Sosyal Hizmet Perspektifinden Kentsel Yoksulluk Sorunu

Sosyal Hizmet Perspektifinden Kentsel Yoksulluk Sorunu

Bu çalışmada, temel değerlerinden birisi olarak her insanın üyesi olduğu toplum içerisinde gerekli katkıyı alabilmesini sağlamak olan sosyal hizmet mesleği perspektifinden, dünyada giderek artan “kentsel yoksulluk” sorununa İstanbul örneğinde değinilmektedir. Konunun kavramsal çerçevesi, kentleşme, kentlileşme, göç ve kentsel uyumsuzluğun nedenleri ve etkileri, Türkiye’nin en büyük metropolü olan İstanbul bağlamında ele alınmaktadır. ​

Bu makalede, kentsel yoksulluk kavramının betimlemesi yapıldıktan sonra, İstanbul’da yoksulluk sorunda rol oynayan faktörler ele alınmakta, kent yoksulluğunun ortaya çıkışı, tarihsel gelişimi de bu çerçevede değerlendirilmektedir. Tüm diğer büyük metropoller gibi İstanbul’da dünyayı saran küresel yoksulluktan etkilenen bir metropol görünümündedir. Bu çalışmada, kentsel yoksulluk probleminin gelişimi ve sebepleri üzerinde görüşler ortaya konmuştur. Genelden özele bir gelişim izlenmiştir. Önce dünya sonra Türkiye ve özelde de İstanbul’a inilmiştir.

Giriş

Ülkemizde, 1960’lı yıllarda kentlerde yaşayanlar toplam nüfusun % 26’sını oluştururken; bu oran 1980’lere gelindiğinde, % 45’e ve 2000’li yıllarda % 59.25’e yükselmiştir (TÜİK, 2005). Göçmen grupları, geldikleri yörelere göre gruplar halinde kente yerleşerek İstanbul’da baskın bir hemşehri kümelenmesi oluşturmuşlardır. Bu yapı, onları kentteki yalnızlığa ve kent sorunlarına karşı güçlü kılarken, kent yaşamından ve kentlileşme sürecinden uzak tutmuştur. Köyden kente göçen ailelerin temel sorunu, barınma sorunudur. Konut konusunda en temel eşitsizlik ise normal standartlarda bir konuta ulaşmalarını sınırlayan gelir düzeyi ile ilişkilidir. Sürekli bir işi ya da hiçbir gelir güvencesi olmayan insanlar, toplumun saptadığı normlar ya da standartlar içinde konut sorununu çözemediğinden, çözümü kent ve kentlinin standardı dışında gecekondu yapmakta bulmuştur. Çünkü şehirde tutunabilmenin ilk koşulu, asgari standartlarda bile olsa ikamet edilecek bir konut bulabilmektir.

1950’li yıllarda başlayarak 1980’lere kadar yoğun biçimde yaşanan kente göç sürecine sadece İstanbul için bakıldığında, 1945’te toplam nüfus içinde İstanbul’da yaşayanların oranı % 5.7 iken, 1980’de % 10.5, 2000’de % 15’e yükselmiştir. İstanbul’un nüfusu, 2000 yılı Nüfus Sayımı sonuçlarına göre 10.018.735 iken 31 Aralık 2007 tarih itibariyle 12 milyon 573 bin (TÜİK, 2008) olup nüfusun %17.8’i bu kentte yaşamaktadır. Yıllık nüfus artış hızı, göçle % 2.1 ve doğumla % 1.2 olmak üzere toplam % 3.3’tür. Nüfus yoğunluğu, ülke genelinin 22 katı seviyesindedir. Nüfusun % 62.24’ü, İstanbul dışında doğmuş ve göç yoluyla bu kente gelmişlerdir (TÜİK, 2008). İstanbul anakenti, 1960’lı yıllardan itibaren en yoğun iç göç alan metropoldür. Büyükşehir Belediyesinin 2008 yılı verilerine göre bu kentte, 400 binden fazla gecekondu bulunmaktadır. İstanbul, ülkemizdeki nüfus hareketliliği, göç, işsizlik ve kentsel yoksulluğu sergilemesi, korunması gereken çocuk sayısının fazlalığı bakımından da büyük önem göstermektedir. Bu metropolde kentsel yoksulluk, en temel kurum olan aileleri farklı şekillerde etkilemiştir. Örneğin, kiraların diğer illere göre daha yüksek olduğu bu ilde tutunabilmek aileler için çok daha zordur. TÜİK (2008), verilerine göre İstanbul’da 2000 yılında 6.546 boşanma meydana gelmiş iken, % 300’den fazla artışla 2007 yılı itibariyle bu oran 20.323’e yükselmiştir. Aynı dönemde Türkiye genelindeki boşanma oranlarında ise % 200’lük bir artış meydana gelmiştir. Ülkemizde yıllık ortalama 94.000 çift boşanmakta ve bunun 1/5’den fazlası İstanbul’da gerçekleşmektedir.

Türkiye’deki binlerce yıllık tarımsal uygarlığın ekonomik faaliyet tarzından, 1970′li yıllardan itibaren etkileri hissedilmeye başlanan endüstriyel toplum ve endüstriyel uygarlığın değerlerine göre hızlı bir değişim yaşanmaya başlanmıştır. 1970′li yıllarda başlayan sanayi yolunda ilerleme ve sanayi toplumu haline gelme hedefi ve 1980 sonrası uygulamaya konulan liberal politikalar, liberalizm ve piyasa ekonomisine geçiş dönemi olarak kendini göstermektedir. Özellikle 1980’li yıllarda uygulanan, günümüzde de değişik boyutlarıyla sürdürülmeye çalışılan ekonomik ve sosyal politikalar, var olan olumsuzlukları ve yoksulluğu daha da derinleştirmiştir. Kişi başına gelir düzeyinin düşük olduğu istikrarsız bir ekonomik yapıda, gelir dağılımının da bozuk olması yoksulluğun yaygınlaşması ve gereksinimlerini karşılayamayan ailelerin sayısındaki artışın yanında, geçim zorluğu sorunlarını da beraberinde getirmiştir.

Ülkemizde son 30 yıllık dönemde teknolojik gelişmelerden temellenen ve insanlar arası ilişkilerin, üretim, tüketim kalıpları, mülkiyet ilişkilerinin, değerlerin ve kuralların yeni anlamlar kazandığı, kültürel öğeleri de içine alan, geniş bir toplumsal yapı değişimi anlamında toplumsal değişme ve gelişmeler meydana gelmiştir.

İnsanın gelişmesi için eşitlikçi sosyal refah yapılarını yaygınlaştırmayı görev edinmiş sosyal hizmet mesleği kent yoksulluğunu azaltmaya, önlemeye çalışan bir meslektir. Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz ve insanlığın bilgi toplumu sürecini yaşadığı bir dönemde, insanların ekonomik ve sosyal politikalar vasıtasıyla refah ve mutluluk içinde yaşamaları önem taşımaktadır. Yoksulluk, yalın kelime haliyle bile bir insanlık gerçeğini yansıtmaktadır. Dünyada yaklaşık olarak her beş kişiden birisi yoksuldur. Buna ilave olarak bölgesel sorunlar, iç savaşlar ve ekonomik ambargolar gibi dolaylı sebeplerden dolayı da insanlar istemeseler dahi yoksulluğa mahkum olabilmektedirler. Yoksulluk özellikle kadın ve çocukları son derece olumsuz biçimde etkilemektedir. Hayat standartlarında ortaya çıkan dengesiz gelişmeler, gelir dağılımı bozuklukları ve ilave olarak pek çok dışsal etkenler yoksulluğu artırıcı etkiye sahiptir. Gelişme, çağdaşlaşma ve refah toplumu olma amacına uygun olarak, yoksullukla mücadele politikalarının geliştirilmesi ve süratle uygulanması önem kazanmaktadır (Eş, 2000: 4).

Kentsel yoksulluk (urban poverty) kavramı, kentsel mekandaki yoksulluğun, küreselleşme süreçlerinin etkisiyle, belli bölgelerde yoğunlaşma eğilimini anlatmaktadır. Buna göre, kırsal yoksulluğun basitçe karşısına konacak bir kentli yoksulluğundan daha fazla bir anlam içeriğine sahiptir. Literatürde, ‘yeni yoksullar’, ‘sınıf-altı yoksulluğu’ biçiminde de kullanımlara sahip olan kavram, bilindik genel yoksulluk anlayışından farklı bir yoksulluk tipini tarif etmektedir ( Bıçkı, 2005:1).

Kentsel yoksulluğun ayırıcı tarafı, küresel ekonomilerde meydana gelen dönüşümlerle yoksulluk sorunu belirgin olmayan nüfus gruplarının yoksullaşması ve bu durumun kalıcı hale gelmesiyle bu nüfus gruplarının toplumsal açıdan dışlanmasıdır. Bıçkı (2005)’ya göre; “kentsel yoksulluk, kimi durumlarda bir sınıf-altı (underclass) yoksulluğu biçiminde ele alınmaktadır. Sınıf-altı kitleden kastedilen, düzenli bir işi olmayan veya hiçbir işi olmayan, devlet yardımlarına bağımlı, suç işleme potansiyeli yüksek, herhangi bir barınağı olmayan veya çok kötü barınma koşullarına sahip bir kitledir. Sınıf-altı biçiminde tanımlanan kitleye daha çok Birleşik Devletler’in metropollerinde ve ‘dünya kenti’ biçiminde tanımlanan Batılı ülkelerinin metropollerinde rastlanmaktadır. Türkiye’de sokak çocukları, baliciler vb. olarak nitelenenler dışında, sınıf-altı ile benzerlik kurulabilecek yaygın bir kitle gözlenmemektedir”.

Işık ve Pınarcıoğlu’na İstanbul’un gecekondu bölgelerine ilişkin tanımlamasına göre “Nöbetleşe Yoksulluk” (2001:155); ülkemizde 1980 sonrası meydana gelen gelişmelerle, İstanbul’a göç dalgalarına katılan grupların kendi aralarında kurdukları bir ortaklıktır. Nöbetleşe yoksulluk, esas olarak İstanbul’a önceden gelmiş göçmen grupları ile kente daha sonradan göç eden imtiyazsız gruplar üzerinden zenginleşmeleri, bir anlamda yoksulluklarını bu gruplara devredebilmeleri sonucunu doğuran bir ilişkiler ağıdır.

1. Yoksulluk Kavramının Genel Olarak Tartışılması

Sosyal hizmet disiplini, insanın gereksinimlerinin asgari ölçüde karşılanabilmesi ve tüm bireylerin işlevselliği, gelişmesi üzerine odaklanan bir meslektir. Yoksulluk sorunu da daha çok bireylerin gereksinimlerini karşılayamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, öncelikle ‘insanın gereksinimleri’ konusunun gözden geçirilmesinin konuya açıklık getireceği düşünülmektedir.

1.2. İnsanın Gereksinimleri ve Yoksulluk İlişkisi

Yoksulluk kavramının daha doğru olarak betimlenebilmesi için, 1976 yılında Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) küresel konferansında ayrıntılı olarak insanın temel gereksinmeleri ortaya çıkartılmış ve aşağıdaki gereksinimler daha sonra Dünya Bankasınca da benimsenmiştir:

1) Bir ailenin (beslenme, barınma, giyim vb.) özel tüketimi için gerekli minimum miktarlar,

2) Topluluk için yönetim tarafından sağlanan toplu tüketim konusu olan gerekli hizmetler (içme suyu, kanalizasyon, elektrik, kamu ulaşımı, sağlık ve eğitim vb.),

3) Toplumun kendilerini etkileyen kararların alınmasına katılımı,

4) Mutlak düzeydeki temel gereksinmelerin, temel insan haklarının daha geniş bir çerçevesi içinde karşılanması,

5) İstihdama temel gereksinme stratejisine hem amaç hem de araç olarak yaklaşılması.

Tanımlanan temel gereksinmeler, insanın onurlu yaşam hakkının evrensel düzeyde gerçekleştirilmesi, bireylerin toplumdan dışlanmasını engelleme, gelişme fırsatlarının vatandaşlar tarafından elde edilebilmesini de kapsamaktadır.

Geçinmekte çok sıkıntı çekilme durumu anlamına gelen yoksulluğun birçok tanımı vardır. Yoksulluk (poverty) teriminin ilk anlamlı tanımı, 1901 yılında Seebohm Rowentree tarafından yapılmıştır. Bu tanıma göre yoksulluk, toplam kazançların, biyolojik varlığın devamı için gerekli olan yiyecek, giyim vb. asgari düzeydeki fiziki ihtiyaçları karşılamaya yetmemesidir (Field, 1983: 51).

Dünya Bankası, günlük geliri asgari 2400 kalori değerindeki besini almaya yetmeyen insanları, mutlak yoksul olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşıma göre, günlük bir dolarlık harcama seviyesi mutlak yoksulluk sınırını oluşturmaktadır. Günlük bir dolar mutlak yoksulluk sınırı, ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre farklılaştırılmıştır. Seyyar (2003: 39)’a göre, Türkiye’nin dahil edildiği Doğu Avrupa ülkelerinin içinde bulunduğu grup için bu miktar dört dolardır. Bu bağlamda kişi başına tüketilen kalori düzeyine bağlı “mutlak yoksulluk” (absolute poverty) kavramı önemli bir göstergedir (DPT, 2001:103).

Yoksulluk kavramının tanımlanması, göreli niteliği nedeniyle birtakım güçlükler içermektedir. Kavramın tanımlanması ve ölçülmesindeki zorluklar hangi ‘yoksunlukları’ içerdiğinin belirlenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmış olup, temel olarak, “Mutlak Yoksulluk ve Göreli Yoksulluk” olarak iki kavram ortaya çıkmıştır.

Mutlak yoksulluk; tanımlamasına göre, en düşük maliyetli gıda harcamalarının parasal değeri bir yoksulluk eşiği oluşturmakta; gelir azlığı dolayısıyla bu eşiğin altında kalanlar ‘mutlak yoksul’ olarak nitelenmektedir. Mutlak yoksulluk, insanın biyolojik olarak gerekli kaloriyi ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştiremeyen bireyler mutlak yoksul kabul edilmektedir. Tanımın insanın biyolojik gereksinimlerinin temel alınarak yapılması mutlaklık özelliği kazandırmaktadır. Şenses (2001: 63)’e göre, bu tanım, kendi içinde pek çok sorun içermekle beraber, açlık sorununu da barındıran yetersiz beslenme koşullarıyla yüz yüze olan az gelişmiş ülkelerin yoksulluk durumunu tanımlamak için uygun görünmektedir.

Göreli yoksulluk tanımına göre ise bireyin, yaşadığı toplumda kabul edilebilir en asgari tüketim seviyesinin altında kalması durumuna işaret etmektedir. Bu nedenle yoksulluk denildiğinde genellikle göreli yoksulluk anlaşılmaktadır.
Yoksulluk salt gelir azlığı ya da kentsel hizmetlerden mahrum olma değildir, aynı zamanda alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekanında marjinalleşme, sağlıksız çevre koşullarında yaşamını sürdürme, adalet, eğitimden, sağlık hizmetlerinden yararlanamama, şiddete daha açık olma, yeterli güvenliğe sahip olmamaktır.

Toplumsal değişmeler, en temel kurum olan ailenin yapısında önemli değişmelere neden olmaktadır. Sapancalı (2003: 189)’ya göre;

“yoksulluk, sosyal dışlanma açısından en çok parçalanmış aileleri, tek ebeveynli aileleri ve çocukları olumsuz etkilemektedir. Boşanmış ailelerin çocukları ve evlilik dışı doğan çocukların ileri yaşlarda sosyal dışlanma riskiyle karşılaşma olasılıkları diğerlerine oranla yüksektir. Değişen aile yapısında dikkat çeken en önemli farklılıklardan biri de tek ebeveynli ailelerin sayısındaki artıştır. Tek ebeveynlilik, genellikle çocuklarıyla birlikte oturan dul veya hiç evlenmemiş kadınların oluşturduğu aile statüsüdür. Tek ebeveynli ailelerin, diğer ailelerle karşılaştırıldığında yoksulluk ve yoksunlukla daha sık karşılaştıkları, hane halkının sahip olduğu konfor, dayanıklı tüketim mallarına sahip olma, konut kalitesi ve temel gereksinmelerden yoksunluk bakımından daha olumsuz bir durumda oldukları bilinmektedir”.

Yoksulluğun en belirgin sonucu, bireylerin dışlanmasıdır; çünkü yoksulluk kavramının özünde bir dışlanma söz konusudur. Bu açıdan, yoksulluk geçmişte daha çok insanın belli nesne ya da araçlardan yoksun olması anlamına gelirken, günümüzde; insan olma niteliklerinden yoksunluk, onur duygusuna dayalı öz saygı, kendine güven gibi temel gereksinimlerinden de yoksunluk anlamına gelmektedir.

“Sosyal dışlanma” deyimi, ilk kez yetmişli yıllarda Fransa’da kullanılmaya başlanmıştır. Sapancalı (2003: 23)’ya göre; “Avrupa Birliği, sosyal dışlanma sürecini oluşturan önemli noktaları şu şekilde özetlemiştir: Gelir, vergileme ve sosyal koruma, tüketim ve borçlanma, eğitime erişim, istihdam, işsizlik ve eğitim, çalışma koşulları, barınma ve evsizlik, sağlık, sosyal hizmetlerden yararlanabilirlik ve komşuluk desteği”.

Sosyal dışlanmanın dinamik bir süreci ifade etmesinin bir başka yönü de bireyin umut ve beklentileriyle ilişkili olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda insanlar, sadece fiili olarak işsiz veya gelirsiz olmalarından dolayı dışlanmış değillerdir, aynı zamanda gelecek için de çok az beklentilere sahip olmalarından dolayı dışlanmışlardır. Beklentilerle ifade edilen, bireyin sadece kendisinin değil, aynı zamanda çocuklarının da beklentileri olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda sosyal dışlanma, nesiller boyu devam edebilmektedir (Atkinson, 1998).

Ülkemizde gelir dağılımdaki bozukluklar, eşitsizlikler ve ekonomi politikalarındaki istikrarsızlıklar nedeniyle özellikle 1980’lerden sonra yoksulluğun arttığı bilinmektedir. Işık ve Pınarcıoğlu (2001: 32-33)’na göre, ülkemizde yoksulluğu arttıran bazı sebepler şunlardır: “Ekonomi politikalarındaki anlayış ve uygulamalar, 1985 sonrasındaki göç nedenlerindeki değişiklikler, kente yeni göç edenlerin daha az şansa sahip olmaları, büyük kentlerde ücretlerin düşmesi ve gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlik, yeni kent yoksullarının oluşması, orta sınıfın giderek güç kaybetmesi ve benzeri durumlar”.

Bu makalede ‘yoksullar’ yoksulluğun hem kurbanı hem de nedeni olarak görülmemekte olup; Wilson (1996: 413; akt. Şenses, 2001: 146)’ın yaklaşımı benimsenmektedir. Buna göre; “yoksulluk; yoksul bireylerin dışında, başta ekonomi politikaları olmak üzere, düşük ücretler, yetersiz eğitim ve istihdam olanakları gibi yoksulların kendi denetimleri dışındaki ‘yapısal etmenlerle’ ve bütünüyle sosyoekonomik sistemle ilişkilendirilmelidir”. Bu yaklaşıma paralel bir çözümlemeyle; kırsal kesimden İstanbul’a göç eden aileler, kronik işsizlik ve sosyal destek sağlayamama sonucu, kentsel yoksulluk sorunu ile yüz yüze gelmekte ve gereksinimleri, beklentileri karşılanamayınca çok ciddi risklerle karşı karşıya kalabilmektedirler.

Bıçkı (2005)’ya göre, “yoksulluğa bir birey ya da aile düzeyinde yaklaşıldığında da bir bütün olarak yaşandığı görülmektedir. Yoksullar kendi yaşam deneylerinde, yeterli genişlik ve kalitede konut mekânlarına sahip değillerdir, toplumsal ilişki ağlarını geliştirecek fazla zamana sahip bulunmamaktadırlar, yeterli bilgi ve hünerlerle donatılmamışlardır, kendileri için uygun bilgilere, finansman kaynaklarına ulaşamamaktadır, bu koşullar birbirini desteklemekte, yoksulu içinden çıkamadığı bir yaşam biçimine hapsetmektedir”.

2. Türkiye’de ve İstanbul’da Göç, Kentleşme ve Nüfus Yapısında Değişmelerin Etkileri

Göç, ülkemizde kırdan kente doğru coğrafi mekân değiştirme sonucu sosyal, ekonomik, kültürel açılardan toplumsal yapıyı değiştiren ve aileleri derinden etkileyen, ülke sınırları içindeki belirli alanlar (il, bölge vb.) arasındaki nüfus hareketliliğidir (DİE, 2004). Türkiye gibi gelişmekte olan toplumlarda yaşanan içgöçlerin, sanayileşmiş toplumlarla olan ekonomik ve toplumsal farklılıkları nedeniyle, farklı süreçlerde gerçekleştiği ve farklı nedenlerden kaynaklandığı açıktır. Ülkemizde yaşanan içgöç olayının açıklanmasında, sanayi toplumlarının gelişme süreçlerinde yaşadıkları göç deneyimlerinden ve onlara dayalı olarak geliştirilen kuramlardan yararlanmak gereklidir. Bugün gelişmiş ya da sanayileşmiş olarak nitelendirilen ülkeler, yaklaşık üç ya da dört yüzyıllık bir sanayileşme süreci sonrasında bu noktalara gelmişlerdir. Her şeyden önce, Türkiye ulus-devlet olma ve sanayileşme süreçlerini çok kısa bir zaman aralığında yaşamak zorunda kalmıştır. Bu nedenle de hızlı toplumsal değişmenin getirdiği sancılar ve yaşanan sosyal sorunlar daha kapsamlı ve derin olmaktadır.

Yukarıdaki açıdan değerlendirildiğinde, kırsal kesimden gelen insanların kentte iş bulmak, yaşam niteliğini yükseltmek gibi olumlu beklentiler ve umutlar taşıdığı bir gerçektir. Göç yoluyla kente gelen bu kitleler kentteki yoksulluğun temel kaynağını oluşturan unsurlardır. Kırsal kesimlerden gelen bu grupların, kent ekonomisinin gerektirdiği bilgi ve becerilere sahip olmayışı, dolayısıyla düşük gelirli işlerde çalışmak ve gecekondu mahallerinde düşük yaşam standartlarında yaşamak zorunda kalmalarına yol açmaktadır.

Her toplumda zayıf ve incinebilir (vulnerable) özürlüler, korunmaya muhtaç çocuklar, yaşlılar vb. çok değişik nedenlerle dezavantajlı durumda kalmış nüfus grupları vardır. Bu durum onları yoksulluğa itmekte olup, yaşamlarını sürdürebilmelerine olanak sağlayacak düzeyde kamu yardımına gereksinim duymaktadırlar.

Ekin (2000: 78)’e göre, günümüzde eğer bir şahsın geliri onun temel ihtiyaçlarını karşılayacak seviyenin altına düşüyorsa, o şahıs yoksul kabul edilir. İşte bu asgari seviyeye “yoksulluk sınırı” (poverty line) denilmektedir.

Aşağıda, TÜİK verileri esas alındığında ülkemizdeki yoksulluk oranlarına ilişkin son altı yılı kapsayan çizelge verilmiştir. Ancak, 2008 yılının sonlarında kendini gösteren küresel krizin etkileriyle yoksullaşan birey oranının artacağı şimdiden söylenebilir.

TÜİK, 2007 yılı ‘Yoksulluk Çalışması’ sonuçlarına göre durum şu şekilde özetlenebilir;

“2006 yılında dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 549 TL iken 2007’de bu rakam 619 TL olarak kabul edilmiştir. 13 milyon kişi bu sınırın altında yaşamını sürdürmektedir. 2006 yılında aylık 205 TL olan açlık sınırı, 2007’de 237 TL olarak belirlenmiş ve 539 bin kişi ise sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının altında yaşıyor. 17 milyon 690 bin ailenin 2 milyon 473 bini yoksul durumdadır. Hanehalkı sayısı arttıkça yoksulluk oranı da artmakta olup, yoksul oranı 1-2 kişilik ailede % 10.95; 3-4 kişilik ailede % 8.27, 5-6 kişilik ailede % 17.54, yedi ve daha fazla sayıdaki ailelerde % 41.83 olmuştur. Toplam nüfusun % 0.74’ü gıda yoksulluğu (açlık), % 17.81’i yoksulluk (gıda+gıda dışı), % 1.41’i kişi başı günlük 2.15 doların altında gelirle yaşamını sürdürmektedir”.

Böylelikle, 2005 yılında nüfusun yüzde 0.87’si açlık sınırında yaşarken 2007 sonuçlarına göre bu oran 0.54’e, yoksul birey oranı da % 20.5’den % 18.56’ya inmiştir. 2005 yılında, Türkiye’de BM standartlarına göre günlük geliri 1 doların altında olan kişi sayısı 10 binde 1 iken, 2007 çalışmasına göre bu rakam sıfırlanmış olarak görünmektedir.

Bu rakamlara karşın Türk-İş’in uzun zamandır aylık olarak gerçekleştirdiği hesaplamalara göre 2005 yılı itibariyle dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 542.95 TL, yoksulluk sınırı 1.650.31 TL’dir (Türk İş, 2005).

Bıçkı (2005)’ya göre yoksulluğun belirlenmesinde yararlanılabilecek göstergeler şunlardır:

● Kişi başına düşen ulusal gelir,

● Kişi başına düşen gelir / harcama miktarları,

● Cinsiyet bazında ulusal gelirin dağılımı,

● Bölgeler / iller bazında ulusal gelirin dağılımı,

● Harcamalar içinde gıda maddelerine ayrılan pay,

● Bireyler için yapılan eğitim harcamaları,

● Bir öğretmene düşen öğrenci sayısı

● Cinslere göre okur-yazarlık oranı,

● Cinslere göre ortalama yaşam beklentisi,

● Doğum oranı artış hızı

● Bebek ölüm oranı,

● Sağlıklı beslenme durumu ve düzeyi,

● Temiz suya erişebilen kişi / aile sayısı,

● Kişi başına düşün doktor sayısı,

● Kişi başına yapılan sağlık harcamaları,

● Genel işsizlik oranı,

● Cinsiyete dayalı işsizlik oranları,

● Katılım mekanizmalarında cinsiyete göre durum,

● Kişi başına düşen telefon sayısı,

● Elektriği bulunan evlerin kır ve kent bazında oranları,

● Kişi başına tüketilen enerji miktarı,

3. İşsizliğin Yoksulluğa Etkisi

Bir ekonomide çalışmak istediği halde iş bulamayan kişilerin (15-64 yaş arası) olması halinde söz konusu ekonomide işsizlikten sözedilmektedir. Çalışmak istediği halde iş bulamayan kişilere ise ‘işsiz’ denmektedir. İşsizlik, günümüz dünyasında birçok ülkenin çözüm aradığı ekonomik sorunlardan biridir. Bu sorun, ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, ekonomik ve sosyal yapılarının kendine has özellikleri çerçevesinde farklılıklar göstermektedir.

Gelişmiş ülkelerde işsizlik, bireyler açısından ekonomik anlamda önemli sorunlar yaratmamaktadır. Çünkü endüstrileşmiş ülkelerde tüm vatandaşları kapsayan bir işsizlik sigortası mekanizması vardır. Böyle bir mekanizmanın bulunması işsizlerin ilgili kurumlara ve sisteme kayıt olma zorunluluğu getirmekte bu durum işsiz sayısının tam olarak belirlenmesini, işsizliğin nicelik ve nitelik olarak izlenmesini de kolaylaştırmaktadır. Oysa az gelişmiş ülkelerde işsizlik sigortasının olmayışı işsizliğini hem sosyal hem de ekonomik boyutunu ağırlaşmakta ve bireylerin belli bir sürenin üstünde işsiz kalmalarını olanaksız hale getirmektedir. Bir çıkış noktası arayan eğitim düzeyi düşük insanlar her ne koşulda olursa olsun çalışma zorunluluğu duymakta bu durum marjinal işlerde istihdamın artmasına, enformel sektörlerin oluşmasına sosyal güvencesizliğin, hüküm sürmesine zemin hazırlamaktadır.

Avrupa Birliği İstatistik Dairesine göre, 2004 yılında AB üye ülkelerindeki ortalama işsizlik oranı % 8.9 seviyesindedir.

Ülkemizde ve gelişmekte olan ülkelerde, tarım sektörünün hâlâ egemen olması, kayıt dışı çalışmanın yaygınlığı işgücü piyasası içinde önemli bir sorun yaratmaktadır. Tarımda mülksüzleşme, kırsal kesimde işsizliğin ve yoksulluğun artması ve ufukta bir çözüm görünmemesi, kitleleri kente göçe zorlamakta ve bu durum da kentsel alanlarda marjinalleşme ile sosyal dışlanmayı beraberinde getirmektedir. Uzun süreli kronik işsizliğin, sosyal dışlanmaya neden olan en önemli faktörlerden biri olduğu daha önce de belirtilmişti.

Ülkemizde; 2002 yılında işsizlik oranı % 10.3 iken; 2003’de % 10.5, 2004 yılında % 12.4’e yükselmiş, Kasım 2005’de % 11.2; Nisan 2006’da % 9.9; 2007 yılında % 14 olarak açıklanmıştır (TÜİK, 2007).

Kızılot (2008), TÜİK’in 2007 yılında % 10.7 (2 milyon 496 bin kişi) olarak açıkladığı resmi işsizlik rakamlarında gerçek oranın maskelendiğini ve ‘iş bulma ümidi olmayanlar’ başlığı altında 722 bin kişi olduğunu ve bu rakamın işsiz sayısına dahil edilmediğini, işsiz sayılabilmek için son üç aydır iş arıyor olmak koşulu bulunduğunu, sayıları 600 bini bulan mevsimlik işsizlerin işsizlik rakamına dahil edilmediğini, bu rakamlara ücretsiz aile işçisi olarak çiftte-çubukta çalışan 2 milyon 619 bin kişinin sadece üçte birini eklendiğinde, işsizlik oranının açıklanan oranın iki katına % 20.7’ye ulaştığını ifade etmektedir.

Sonuç olarak, yoksulluk sorunun ardında yatan ‘gelir eksiltici bir faktör olarak yaygın bir işsizlik sorununun’ olduğu görülmektedir.

4. Küreselleşmenin Yoksulluğa Etkisi

“Küreselleşme”, genel olarak sınır ötesi ilişkilerin yoğunlaşması, uluslar arası mali geçişkenliklerin büyümesi, sınırsız açık bir ekonominin yaratılması için devlet merkezli sınırlamaların ortadan kaldırılması, modernitenin sosyal yapılarının küresel ölçekte yayılması gibi bazı süreçler çerçevesinde anlaşılmaktadır (Kılınç, 2002: 27). Küreselleşmenin yol açtığı ekonomik adaletsizlik yüzünden, sosyal çelişkiler dünyaya yayılmakta, yoksul ülkelerin içinde yuvarlandıkları borç batağı 1970’lerden bu yana genişleyip derinleşmektedir. Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan sanayileşmiş kesim, dünya zenginliğinin % 85’ini elinde tutmaktadır.

Sosyal politika açısından bakıldığında; ulus devletlerin vatandaşların sorunlarına yardımcı olma anlayışından büyük oranda vazgeçtiği, sosyal refah devlet anlayışının küreselleşmenin dinamikleriyle edilgenleştiği ve zayıfladığı görülmektedir.

Gitmez ve diğerleri (2001)’ne göre, ‘küresel dönüşüm’ koşullarında yaşanan yüksek enflasyon, işsizlik, düşük ücretler ve kamu desteğinden yoksunluk dünyanın birçok ülkesinde farklı sınıflar arasındaki yaşam standardını derinleştirmekte ve yoksul ve güçsüzlerin durumunu zorlaştırmaktadır.

Devletlerin sosyal harcamaları kısması ve sosyal güvenlik harcamalarında önemli kesintiye gidilmesi, ekonomik alanda uluslararası rekabete açılarak, serbest piyasa koşullarına göre şekillenmesi dünya ölçeğinde rekabetin artması, işsizlik, yoksulluk ve sosyal kutuplaşmanın derinleşmesine neden olmuştur.

Sosyal refah devletin ekonomik alandan çekilerek bir yandan kamunun işveren olma konumunun zayıflatması işsizliğin artmasına yol açarken diğer yandan, sosyal harcamaların kısılmasından dolayı düşük gelirli bireylerin yaşam koşullarının zorlaşmasına neden olmakta ve bu durum da kentsel yoksulluğun nedenlerinden birini oluşturmaktadır. 1980′li yılların sonrasında, neo-liberal programlar çerçevesinde bu alanın büyük oranda piyasa mekanizmasına bırakılmış ve gelişmiş ülkelerde, bir yandan evsiz yoksulların sayısı artmış ve diğer taraftan da yoksul kesimlerin düşük kiralı konutlarda barındırılması, kiralarının ödenmesi uygulamaları sona erdirilerek kentsel yoksulluğun artmasına sebebiyet verilmiştir.

Küreselleşme ile birlikte ekonomik yapı önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ekonomik bloklar oluşmuş ve bu uluslar arası kuruluşlar, ekonominin kurallarını belirlemiştir (Koray, 2002: 315). Bu tür uluslar arası örgütlerin belirlediği keskin ekonomik kurallar ve yapılar, ülkemiz gibi ekonomik anlamda güçlü olmayan ülkeler için son derece zararlı etkiler yaratmıştır. Sosyal harcamalar minimuma indirilmiş, devletin sosyal işlevlerini yerine getirmesi zorlaşmış, tüm bunların sonucunda sosyal eşitsizliklerle, işsizlik ve yoksulluk sorunu çığ gibi büyümüştür. Küreselleşme sürecinde pek çok gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkede yaşanan ekonomik krizler ve bu ülkedeki sınıflar arası artan eşitsizlikler yoksulluğun artması ve ağırlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Türkiye’de de özellikle 1994, 1999 ve 2001 yıllarında yaşanan ekonomik krizlerle bağlantılı olarak, yoksulluk sorunu pek çok aileyi etkilemiştir. Başkaya (2000), sermayeyi elinde tutan zengin ülkelerin küreselleşmeyi olumlu yönleriyle sunmaya çalıştığını ancak; küreselleşmenin gelişmemiş ülkelerdeki insanlar açısından işsiz kalma, aç kalma, geçim sıkıntısı, evsizlik, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamama anlamına geldiğini ifade etmektedir. Örneğin, Bangladeş’te günde 1 doların altında bir gelire sahip nüfus oranı % 30, günde 2 dolardan daha az bir gelire sahip nüfus oranı ise % 79’dur. Zambiya’da da gelir yoksulluğu oldukça yüksek boyutlardadır. Bu ülkede nüfusun % 72.6’sı 1 doların altında bir gelire sahip bulunmaktadır. Nüfusun % 91.7’si ise 2 doların altında bir gelirle yaşamını idame ettirmeye çalışmaktadır.

5. Türkiye’de Yoksulluk Gerçeği

Avrupa Birliği Bakanlar Kurulunun, 1984 yılında benimsediği yoksulluk tanımında ‘yoksul birey’, salt bir gelir eksikliği açısından değil, ‘maddi, kültürel ve toplumsal kaynaklarının çok sınırlı olması nedeniyle, ikamet ettikleri üye ülkelerde asgari seviyede kabul edilebilir yaşam tarzından dışlanan kişiler’ olarak tanımlanmıştır (EU, 2008). Dünya Bankası (1999: 4) yoksulluğu, “en düşük yaşam standardına dahi ulaşamama” olarak tanımlarken, dünyada yaklaşık 1.3 milyar insan günde 1 dolar’dan daha az bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Sanayileşmiş ülkelerde bile, 100 milyondan fazla insan yoksulluk sınırının altında yaşamakta, 37 milyon kişi işsizlikten etkilenmektedir. Yoksulluk temelde az gelişmişlik sorunu olup, gelişmiş ülkelerde de önemli bir sorundur. Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4.6 milyar insandan 800 milyonu normal bir yaşam sürmek için gerekli gıdayı alamamaktadır. Avrupa Komisyonu, AB ülkelerinde 1987 yılında 44 milyon yoksul insan var iken, 1990 yılında bu rakamın 52 milyona yükseldiğini bildirmektedir (World Bank, 2007).

DPT (2001: 141) verilerine göre, ülkemizde yapılan araştırmalar yoksulluğun yaygın olduğunu, göstermektedir. Yoksulluk sınırı 1$ olarak kabul edilerek yapılan çalışmalarda Türkiye’de nüfusun %15’inin yoksul olduğu; yoksulluk sınırı 1.5 $ olarak kabul edilirse yoksul kişi oranı %38’e çıkmaktadır. Buna karşın Oruç (2001: 81)’a göre, Türkiye’de henüz yaygın bir mutlak yoksulluğun şartları olmasa bile; insanlık onuruna yaraşır kaliteli bir yaşam sürdürebilmenin olanaklarının da yeterli olduğu söylenemez.

Ülkemizde yoksulluğun en önemli nedenlerinden biri coğrafi olarak dezavantajları nedeniyle bölgeler arasında dengesiz sanayi yatırımı ve dengesizliklerdir. Yoksulluğun en az yaşandığı bölge % 4 ile Ege Bölgesi’dir. Ege Bölgesi’ni % 7 ile Marmara Bölgesi, % 11 ile Akdeniz, % 12 ile İç Anadolu Bölgesi, % 19 ile Karadeniz Bölgesi, % 24 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi takip ederken, Doğu Anadolu Bölgesi % 25 ile Türkiye’nin en yoksul bölgesidir (DPT 2001:143).

Diğer taraftan çalışan bireylerin ücretlerinin düşüklüğüdür. DPT (2001:143) verilerine göre, gerek kamu gerekse özel sektörde ücretlerin yıllar itibariyle reel olarak düşüş trendine girmiş ve kamu kesiminde 1991 yılında 100 olan reel ücret endeksi 1998 yılında 73.9’a düşmüş, özel sektörde ise 1991 yılında 100 olan reel ücret endeksi 81.8’e düşmüştür.

Ülkemizde yoksulluğun en önemli nedenlerinden bir diğeri de gelir dağılımı bozukluğudur. DPT (2001:141)’a göre, Gini katsayısı oranları değerlendirildiğinde oranın 1’e yaklaşması eşitsizliklerin artışını göstermekte, 0’a yaklaşması hali ise eşitsizliklerin azalmasını ve sıfır haline ulaştığında ise tam eşitsizlik durumuna ulaşıldığı sonucu kabul edilmektedir. Gelir açısından Gini oranları değerlendirildiğinde Türkiye 0.49 oranı ile ciddi boyutlarda eşitsizliklerin yaşandığı bir ülke olarak görülmektedir. Nüfusun ilk % 20’lik dilimi milli gelirden sadece % 4.86 pay alırken son % 20’lik kısmı milli gelirden % 54.88 pay almaktadır.

5.1.İstanbul Metropolü’nde Kentsel Yoksulluk

Dumanlı (1996:1119)’ya göre, beslenme açısından benzer maliyetler olsa dahi kentsel yerlerdeki tüketim kalıpları ile mal ve hizmet fiyatları kırsal yoksulluktan farklılık arz etmektedir. Kentsel yoksulluğun ayırt edici özelliklerinden birisi de “ulaşım” gibi maliyetleri artıran faktörlerdir. Ulaştırma maliyetleri buna önemli bir örnek teşkil edebilir. Ayrıca kentli kesimin tüketim eğilimleri, kırsal kesimden farklıdır. Kentsel yoksulluk esas itibariyle kentsel mekânda yaşanan yoksulluğa işaret etmektedir.

Bu belirlemeler ışığında İstanbul’a bakıldığında, Sönmez (2001: 92-93)’ e göre;

“…bir tarafta yıllarca gerektiği ölçüde yatırım yapılamamış altyapı, ulaşım, sağlık ve konut gibi metropollere ait yönetsel sorunlar altında ezilmiş ve yine kendi iç dinamikleriyle yayılmaya devam eden kendi haline bırakılan İstanbul; diğer tarafta ise küreselleşen dünyanın, uluslararası zincirin bir parçası olarak yapılandırılan küresel İstanbul yer almaktadır. Kentin 20 yıl içinde geçirdiği mekânsal farklılaşma ve buralara yansıyan yeni toplumsal yaşam biçimleri, kentin eşitsizlikler üzerinde bir kez daha bölünmüşlüğünü yansıtır. Çünkü Türkiye’de gelirin en eşitsiz dağıtıldığı il, İstanbul’dur. En varlıklı kesimini oluşturan % 20’lik nüfus, gelirin % 64’ünü; en fakir % 20’lik kesim ise gelirin % 4’ünü almaktadır. İstanbul, Türkiye’de hanelere giren gelirden % 27.5 pay almaktadır. Oysa toplam hanelerin yaklaşık % 15’i bu kenttedir. En üsteki %1’lik grup ile en alttaki % 1’lik grup arasında, aylık gelir açısından 322 kat fark mevcut olup aynı fark Türkiye genelinde 232 kattır”.

1950’li yıllardan sonra hız kazanan ve 1980’lere kadar yoğun biçimde yaşanan kırsal kesimden İstanbul’a göç süreci sonucunda 1950’te toplam nüfus içinde İstanbul’un payı % 6 iken, 1980’de % 10.5, 2000’de % 15, 2007 itibariyle % 19 olarak tahmin edilmektedir. 1950’den günümüze geçen dönemde kentsel yoksulluk, toplumun istihdam olanakları açısından örgütsüz, mesleksiz kesimleriyle, güvencesiz ve kayıtdışı oluşu dolayısıyla düşük gelirle çalışan ve gecekondu mahallelerinde yaşayarak kente tutunmaya çalışan büyük nüfus grupları yaratmış ve bu yaşam tarzı kırsal kesimde iş olanakları kovalayan umutsuz kitleler için cazip bir seçenek ve ideal haline dönüşmüştür. Alada ve diğerleri (2002: 246)’ne göre, bugünün kentlerinde yaşanan yoksulluğun geçmiştekinden farklı olarak toplumun daha geniş bir kesimini etkisi altına alarak sürekli biçimde yaygınlaşan “yeni kentsel yoksulluk” olarak kavramsallaştırılması söz konusudur. Kırdan kente göçün başlıca nedenleri olarak hızlı nüfus artışı, tarımda makineleşme ve eşitsiz ekonomik kalkınma, yani bölgeler ve kent ile kır arasındaki farklılıklar olup Türkiye’de 1960’larda kentlerde yaşayanlar toplam nüfusun % 26’sını oluştururken, bu oran 1980’lere gelindiğinde % 45’lere yükselmiştir. Köyden kente göç edenlerin hızla artması sonucunda, günümüzde kentsel nüfus toplam nüfusun % 65’ini oluşturmaktadır (TÜİK, 2007).

Işık ve Pınarcıoğlu (2001)’na göre; “1980 yılından sonra meydana gelen gelişmelerin bir sonucu, kente eskiden göç etmiş olanların yeni gelenler üzerinden rant elde etme eğilimleridir. Kent çeperindeki araziler çeşitli gruplarca sahiplenilmiş olduğundan, yeni gelenler gecekondu yapamamakta, ancak kendilerinden önce gelenlerin yapmış oldukları gecekonduları kiralayabilmektedirler. Dolayısıyla, gecekondu kiracıları kentteki en yoksul gruplardan birini oluşturmaktadır. Bir başka en yoksul grup ise, kentin eski tarihi dokusu içindeki “çöküntü alanları”nda kiracı olarak ya da terkedilmiş binalarda kira ödemeden oturan, çok kötü ve sağlıksız koşullarda yaşayan ailelerdir. Hatta günümüzde “çadır kentler” bile oluşabilmektedir. Özetle, yoksul insanın konutu olarak ortaya çıkan gecekondular günümüzde rant kaynağı haline gelmiştir.

Kent yoksulluğu sadece bir gelir eksikliği olmayıp, birçok sosyal soruna da kaynaklık etmektedir. Bunlar, sosyal ve psikolojik açıdan kentsel uyumsuzluk, işsizlik, gecekondulaşma, kayıtdışı istihdam artışı, suç olanlarında artış, aile içi ve toplumsal şiddet artışı, korunması gereken çocuk ve sokak çocuklarının sayısında artış’dır. Sönmez (2001:93)’e göre, İstanbul, Türkiye’de hanelerin % 15’ine sahip,;toplam gelirden % 27.5 pay almakta olup en üsteki %1’lik grup ile en alttaki %1’lik grup arasında aylık gelir arasında 322 kat fark olmuştur. Aynı fark Türkiye genelinde 232 kattır İstanbul’da gelirin bölüşümü gelir grupları itibariyle dağılımı şöyledir.

İstanbul’a göç yoluyla yerleşen nüfus grupları için en önemli sorunlardan biri de bu kitlelerin kente uyum sağlama ve insanların kentle bütünleşmesini ifade eden kentlileşme süreçleridir. Keleş (1980: 70)’e göre, kentlileşme, kentleşme akımı sonucunda toplumsal değişmenin insanların davranışlarında ve ilişkilerinde değer yargılarında maddi ve manevi yaşam biçimlerinde değişiklikler ortaya çıkarması sürecidir Başka bir deyişle ‘kırlılıktan uzaklaşma, organize edilmiş sosyal hayata geçiş’ olarak da kentlileşme ifade edilebilir.

Göçmen grupların eğitim düzeyinin düşüklüğü hem kentle sosyo-ekonomik açıdan bütünleşmelerini engelleyen hem de daha iyi iş olanakları bulmasını güçleştiren önemli bir unsur olarak öne çıkmaktadır. İstanbul’da Kazgan (1999: 18)’ın yapmış olduğu araştırmada genelde aile reislerinin eğitim durumu ölçüldüğünde % 80’den biraz fazlasının ilkokul mezunu olduğu, gecekondu semtlerinde veya kentsel yoksulluğun fazla hissedildiği bölgelerde bu oranın % 95’leri bulduğu tespit edilmiştir.

Daha iyi yüksek gelir getiren ve sosyal güvence olanağı sağlayan sektörlerde istihdam olanakları bulamayan ve belli mahallelerde toplanan alt gelir grubu ailelerin oluşturduğu topluluklarda yoksulluk kültürü ortaya çıkmaktadır. Bu kesimin bir yoksulluk kültürüne sahip olduğunu ve koşullar değiştikçe bunalımlı ve sadece anlık yaşamaya önem verdikleri, geleceğe ise önem verilmediği görülür. Böyle yoksulluk kültürü çerçevesinde yetişen çocuklar çok defa dağılmış aile ve şiddet çerçevesinde yaşamaktadırlar. Eğitim şanslarını da kullanamazlar. Bu yapı dışarıda bir müdahale ile değiştirilmedikten sonra kuşaktan kuşağa aktarılarak sağlamlaşır (Kıray 1982: 57-66).

Sonuç

Türkiye’de son yıllarda kamu sağlığı, sosyal hizmet, eğitim alanında bir takım olumlu gelişmeler yaşanmasına karşın; ülkemizin sosyal kayıtları, çocukların yaşam kalitesi bakımından ne yazık ki halen olumsuz bir seyir izlemektedir. Çocuk yoksulluğu ve kentsel yoksulluk önemli sorunlar olarak varlığını sürdürmekte, azımsanmayacak oranda çocuk nüfusu, aileleriyle birlikte yoksulluk yükü altında ezilmektedir. Özellikle İstanbul metropolünde; göç yoluyla gelen ailelerin geniş aile desteğinden yoksun kalan çocukları, artan risklerin tehdidi altında bulunmaktadır. Çocukların sağlık, eğitim, sağlıklı gelişim, beslenme ve barınma gereksinimlerinin bazı ailelerde, ‘aile sistemi’ tarafından karşılanamadığı, çocuk ihmali ve istismarı olaylarının sıklıkla yaşandığı dikkat çekmektedir. Toplum tarafından, tüm çocukların her yönden sağlıklı yetişmeleri için gerekli koşulların sağlanamadığı, çocukların temel gereksinimlerinin karşılanamadığı, temel bakım, yetiştirilme ve gözetilmelerinde yetersizlik ve aksamalar olduğu; sosyal, fiziksel, ruhsal ve ahlâki yönden sağlıklı bir yetişkin olarak yetişebilmelerinin önünde ciddi engeller bulunduğu göze çarpmaktadır.

Yoksulluğu tamamen ortadan kaldırabilmek dünyanın en gelişmiş ülkeleri için dahi mümkün olmamıştır. Bu nedenle, sanayileşmiş ülkelerde yoksulluğu ve etkilerini azaltmak, mutlak yoksulluk yaşayan bireylerin yaşamını iyileştirmek, yoksulluğu daha katlanılabilir hale getirmek hedeflenmiştir.

Bıçkı (2005)’ya göre; “Yoksulluğun en belirgin sonuçlarından birisi bireyin dışlanmasıdır. Çünkü yoksulluk kavramının bizzat kendisi dışlamayı içermektedir. Yoksulluk, ‘yok’u ve ‘yokluk’u ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, yoksulluk, geçmişte daha çok insanın belli nesne ya da araçlardan yoksun olması anlamına gelirken, günümüzde insan olma niteliklerinden yoksunluk, onur duygusuna dayalı öz saygı, kendi güven gibi temel gereksinimlerden yoksunluk anlamına gelmektedir:

“yoksulluk konusunda dikkat çeken bir diğer önemli noktada, kentsel yoksulların ikili bir dezavantajı beraberce yaşadıkları gerçeğidir. Kentsel yoksullar, bir yandan bireysel olarak bir yoksulluk durumu yaşamakta; diğer yandan, kendilerinin yaşam şartlarını iyileştirme çabalarını destekleyebilecek bilgi/beceri/sosyal bağlantıya sahip insanlarla bir arada olma şansını yitirmektedirler. Bireylerin amaçlarını gerçekleştirmesini destekleyen sosyal bağlantının zayıflığı, etkin topluluk normlarından yoksun bir çevreyi ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda olan yoksulluk alanlarında, kültürel sosyalleşme ve örnek alma yoluyla kuraldışı davranış gösterme eğilimi artmaktadır. Böyle bir iklim içinde yetişen bireyler, düzenli iş-aile-eğitim kurumlarına yönelik negatif tutumu içselleştirmektedir. Bu durum sosyal bütünleşme açısından sorunlar doğurmaktadır (Rankin & Quane, 2000:142,143, akt. Bıçkı 2005:14).

Sosyal politikadaki yetersizlikler nedeniyle göç yoluyla bu kente gelen göçmen gruplarının İstanbul metropolünde barınma sorunlarını çözebilecekleri resmi mekanizmalar bulunmamaktadır. Bu önemli ve temel sorunun yoksullar açısından çözümsüz kalması sonucu, özellikle göçle yeni gele kitleler konut ihtiyaçlarını, resmi düzenlemelere uymaksızın kendi yöntemleri ile çözmeye çalışarak sağlıksız binalar yaparak büyük gecekondu mahalleleri ortaya çıkartmışlardır. Sağlıksız kentleşmenin ve göçmenlerin bir türlü kentlileşememesinin temel nedeni olan bu durumun dışında, kırsal alandan yapılan göçler, İstanbul’da aşırı kalabalıklaşma, hava kirliliği, konut yetersizliği, suç oranlarında artış gibi birçok sorunlara yol açmıştır. Çeşitli nedenlerle bu büyük metropole yapılan göçler, aynı zamanda bu kentte kentsel yoksulluğun artışı için de önemli bir neden oluşturmaktadır. Kırdan kente iş bulma ümidiyle gelen kitleler umdukları iş vb. olanakları bulamayınca çok değişik sosyal sorunlara kaynak teşkil etmektedirler. Yetersiz eğitim, kronik işsizlik, gelir azlığı, aile büyüklüğü gibi faktörler de göç hareketlerinin yanında İstanbul’da kentsel yoksulluğun artışına neden olarak gösterilebilir.

Ülkemizde özellikle 1980 sonrasında hüküm sürdürülen neo-liberal politikalar sonucunda ücretlilerin aldıkları gelirin düşürülmesi devletin ekonomideki ağırlığının azalması ve ekonominin işleyişinin piyasa kurallarına bırakılması geniş toplum kesimleri arasında gelir dağılımı ve kentsel rantın paylaşılması bakımından telafisi güç gelir uçurumlarının meydana gelmesine neden olmuştur. Gelir dağılımı adaletsizliği giderilmeli kayıt dışı ekonomi ve faizden gelir elde eden kesimlere yönelik politikalar uygulanarak gelir uçurumu kapatılmalıdır. Türkiye’deki kentleşmeyi, gecekondulaşma-informelleşme-mafyalaşma üçgeninde açıklayan Işık ve Pınarcıoğlu’na göre (2001:77); 1980 öncesinin masum barınma ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan gecekondu; devletin toplumsal kesimler arasındaki hakem rolünden çekilmesiyle beraber, kente önce gelenlerin, informal ilişki ağları yardımıyla, saldırgan bir servet edinme ve sınıf atlama aracı olmuştur. Kente sonra gelenler ise, el konabilecek kamu arazisi kalmadığı için kiracı konumunda kalmışlar ve yoksulluk sarmalını aşacak kaynaklara erişememişlerdir.

Yoksulluk sorununun radikal biçimde çözülebilmesi için öncelikle çalışabilir genç nüfus için özellikle devletin kolaylaştırıcı rolüyle özel sektöre liderlik ettiği yatırımlara bağlı istihdam olanakları yaratılması ve piyasa ekonomisinin kurumsallaştırılması gerekmektedir. Yoksulluk, uzun vadede ve ülkelerin ekonomilerini geliştirerek çözümlenebilir. Bunun için de öncelikle gereklidir. Çünkü dünya ölçeğinde yoksullara direkt parasal yardımlarda bulunmayı öngören “sosyal yardım devleti” anlayışı artık ağırlığını kaybetmiştir. Yoksulluğun ortadan kaldırılması için paternalizm, yardım anlayışının çözüm olmadığı bireylerin daha tembel olmalarına neden olduğu görülmüştür. Bu nedenle, gelir dağılımı ve yoksullukla mücadelede devlet politikaların neler olması gerektiği konusunda yeni bir anlayışı geliştirilerek uygulamaya geçirilmesi gerekmektedir. Yoksul kitleler yönelik eğitim düzeyinin yükseltilmesi, iş garantili mesleki eğiti gibi kalkınma programlarını ortaya koymalıdır. Belediyeler, insan unsurunu öne alarak sosyo-kültürel faaliyetlerle yoksul grupların kentle bütünleşmesini sağlayacak adımlar atarak, altyapı, sağlık ve çevre konularında radikal çözümler geliştirerek, köylü gruplara kentlilik bilinci kazandırmalıdır.

Chossudovsky (1997:6)’ye göre, az gelişmiş ülkelerdeki devletlerin mali krizleri “kısır döngü” içinde kıvranan hükümetlere adaletsiz vergilendirmeleri dayatmakta bu da özellikle az gelişmiş ülkelerde bir sosyal sınıftan diğer bir sosyal sınıfa gelir transfer edilmesi sonucunu doğurmaktadır

‘Sosyal Kalkınma Dünya Zirvesi Eylem Programı’ (www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/besinci-bol/bm.ikinci-yeryuzu.htm)’da yoksullukla ilgili aşağıdaki önerilere yer verilmiştir:

● Yoksulluk tüm yönleriyle tanımlanmalı,

● Yoksulların, yoksulluk sınırları ve toplumsal kategorileri tanımlanmalı,

● Yoksulluğun ölçümü ve tespitinde kullanılacak yöntemler tanımlanmalı,

● Yoksulluğa yol açan ekonomik, siyasal, toplumsal ve yapısal faktörlerin tanımlanması,

● Uygulanacak politika ve stratejilerin belirlenmesi,

Yoksulluğun azaltılması ve uzun vadede ortadan kaldırılması sürecinde izlenecek / izlenmesi gereken politikalar:

▪ Toplumda, başta kadınlar olmak üzere tüm toplum katmanlarının okur-yazarlık düzeyeninin artırılması,

▪ Öğrenci merkezli öğretmen-öğrenci etkileşimine dayalı bir eğitim sisteminin yaşama geçirilmesi,

▪ Öğretmenlerin pedagojik ve genel yeteneklerinin en üst düzeye çıkarılması,

▪ Eğitim öğretimde kullanılan materyallerin en üst kaliteye çıkarılması,

▪ Eğitim ve öğretimde katılımcılık (öğrenci ve veli katılımı) arttırılmalıdır,

▪Okul yönetimleri özerk hale getirilmeli, okullara sağlanan olanaklar arttırılmalıdır,

▪Mesleki eğitim yaygınlaştırılmalı, ulusal ekonominin gereksinim işgücüne gereksinim duyduğu alanlara önceli verilmelidir,

▪Yükseköğretimde kalite artırımı yaratılmalı, bilimsel ve ekonomik özerklik sağlanmalıdır,

▪ Kız öğrenciler teşvik edilmeli, gerekirse burs sistemi uygulanmalıdır,

▪ İktisadi büyüme maksimize edilmelidir,

▪ İşsizliğin azaltılması ve istihdamın arttırılması için gerekli önlemler alınmalı ve hayata geçirilmelidir,

▪Makro ekonomik dengelerin yerleştirilebilmesi için siyasal istikrar sağlanmalıdır,

▪Tarım arazileri ıslah edilmeli, bölgesel koşullar dikkate alınarak ürün yetiştirilmeli ve bu alanda çalışanlar sübvanse edilmelidir,

▪Kayıt dışı ekonominin önüne geçebilmek için uygun vergi oranları uygulanmalıdır,

▪ Ulusal gelirin büyümesi sağlanması ve bölüşüm adil yapılmalıdır,

▪ Kadın emeği daha çok işgücüne katılımı sağlanmalı, bu yolla cinsiyet arası eşitsizliklerin önüne geçilmeli,

▪ Yoksulların toprak, kredi ve diğer üretken varlıklara erişim olanakları genişletilerek, yoksulların gelirlerinin ve ekonomiye entegrasyonlarının sağlanması,

▪ Yoksulların temel gereksinimlerinin karşılamak amacıyla sosyal koruma ve rehabilite planlarının hazırlanıp, hayata geçirilmesi,

▪ İnsanların uzun vadede yaşam kaliteleri yaşamlarını etkileyen çevresel faktörler düzenlemeli, sürdürülebilir bir kalkınma ve yoksulluğun azaltılması arasındaki bağ doğru kurulmalıdır,

▪Toplumun mali ve idari kapasitesine uygun olarak, kendilerini destekleyemeyen kişileri desteklemek için, sosyal koruma sistemleri yaratılmalı ve sosyal entegrasyonunun en üst düzeyde yaratılması gereklidir.

Sosyal çalışma açısından yoksulluk sorununun çözümü, sistematik ve çok kapsamlı bir bakışı, farklı düzeylerde müdahaleleri gerektirmektedir. Genelci sosyal çalışma uygulaması, bu alanda 1960’lardan sonra geliştirilen çağdaş yaklaşımlardan en önemlisi olarak; ekolojik sistem kuramını temel alan bir perspektifle, yoksul müracaatçı gruplarına yönelik mikro, mezzo ve makro düzeyde müdahalelerle sorunlarının çözümlenebileceği ilkesine dayanmaktadır. Ayrıca, çalışmada ele alınan, ailelerin ve çocukların gereksinimlerinin karşılanması ve yoksunluklarının önlenmesi’ konusu, sosyal çalışma uygulamasının temel bir müdahale alanı ve ailenin iyilik halinin kilit noktasını oluşturmaktadır. ‘Sosyal refah’ iyi yaşama ya da iyilik halini anlatan bir terim olarak, refahın artması ‘gereksinimlerin’ karşılanmasına bağlı olduğu için, toplumsal sistemde yaşayan bireylerin yoksulluklarının önlenmesiyle yakın bağları olan bir terimdir. Çünkü esasında, sosyal refah politikaları, ailelerin gereksinimlerinin karşılanması amacıyla tasarlanmış politikalardır.

Dr. İsmet Galip Yolcuoğlu / Sosyal Hizmet Uzmanı

Kaynakça

AKAD, İSMAİL. Endüstri Sosyolojisi, D.E.Üniv. İİBF Yayını, İzmir:1982.

AKTAN, COŞKUN CAN. “Dünyada ve Türkiye’de İnsani Gelişme”, Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Ankara: Hak-İş Konfederasyonu Yayını, 2002.

ALADA, ADALET B. VE DİĞ. “Küreselleşme, Yoksulluk ve Şiddet Bağlamında Sokak Çocukları”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayını No: 311, Ankara:2002.

ALBAYRAK, Turgay. Üçüncü Dünyalaşma Bakış Açısı Çerçevesinde Kentsel Yoksulluk ve Dünya Bankası Stratejileri. Yüksek Lisans Tezi, 2002.

BAUMAN, ZGYMUNT . Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999

BRİNKER, PAUL AND KLAS, JOSEPH. Poverty Manpower and Social Security, Texas Austin Press, Texas:1976.

CHOSSUDOVSKY, MICHEL. The Globalization of Poverty Impacts of IMF and World Bank Reforms.(Yoksulluğun Küreselleşmesi). Çev. Alper DUMAN. Zed Books, 1997.

DİLİK, SAİT. Türkiye’de Sosyal Sigortalar: İktisadi Açıdan Bir Tahlil Denemesi, AÜ SBF Yayını, Ankara:1971.

DPT. Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu Raporu, V. Beş Yıllık Kalkınma Planı Hazırlık Çalışması, DPT yay., Ankara 1983.

DPT. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele ÖİK Raporu, Ankara:2001.

DUMANLI, RECEP. Yoksulluk ve Türkiye’de ki Boyutu, DPT Uzmanlık Tezi, Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara:1996.

EKİN, NUSRET. Türkiye’de Yapay İstihdam ve İstihdam Politikaları, İTO Yayını, İstanbul:2000.

ERDOĞAN, G. Türkiye’de Bölge Ayrımında Yoksulluk Sınırı Üzerine Bir Çalışma Devlet İstatistik Enstitüsü, Uzmanlık Tezi, Ankara 1996.

ERKAN, HÜSNÜ. Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, İş Bankası Yayınları, İstanbul:1994.

EŞ, MUHARREM. Yoksullukla Mücadele. Kocaeli Üniversitesi, 2000.

FİELD, FRANK. The Minimum Wage, Policy Studies Institute, London:1983.

IŞIK, O ve PINARCIOĞLU, M. “Nöbetleşe Yoksulluk- Sultanbeyli Örneği”. İletişim Yayınları, İstanbul 2001.

İNSEL, AHMET. ‘ İki Yoksulluk Tanımı’ ve Bir Öneri’ Toplum ve Bilim, sayı 89, 2001

KABASAKAL, Mehmet, Yoksulluğu Önleme Stratejileri, (iç), Türkiye’de Yoksulluk, Sosyo-Ekonomik Politikalar ve Sivil Toplum, s.31-35, TESEV Yayınları, 1998,

KARPAT, KEMAL. The Gecekondu, Rugal Migration and Urhanization, Cambiridge University Press, London 1976.

KAZGAN, GÜLTEN. Kuştepe Araştırması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul:1999.

KELEŞ, RUŞEN. Kent Bilimleri Terimler Sözlüğü, TDK yayınları Ankara 1980.

KIRAY, MÜBECCEL. Kentleşme Yazıları, Bağlam Yayınları, İstanbul:1998.

KIRAY, MÜBECCEL. “Toplumsal Değişme ve Kentleşme”, Kentsel Bütünleşme, TGAV yay., Ankara 1982, ss. 57-66.

KIZILÇELİK, Sezgin, Sefaletin Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, 2002, Ankara.

KIZILÇELİK, Sezgin, Küreselleşme ve Sosyal Bilimler, Anı Yayıncılık, 2001, Ankara.

LORDOĞLU, KUVVET. Enformel ve Yabancı Kaçak İstihdam Üzerine Notlar, Petrol-İş Yayını, Ankara:1989.

ORUÇ, YEŞİM M. ‘ Küresel Yoksulluk ve Birleşmiş Milletler’, Toplum ve Bilim, sayı 89, 2001.

ÖZDEK, YASEMİN. ‘Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında İnsan Hakları’, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, (Edt.)Yasemin Özdek, 1.Baskı,Ankara:TODAİE/ İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayını, 2002

PARKER, HERMİONA.The Outer Circle Policy Unit, London:1980.

PINARCIOĞLU, MELİH – IŞIK, OĞUZ. ‘Kent Yoksullarının Ağ İlşkileri: Sultanbeyli Örneği’, Toplum ve Bilim, sayı 89, 2001

SECCOMBE, KAREN. “Beating the Odds, Versus, Changing the Odds: Poverty, Resilience and Family Policy”, Journal of Marriage and Family, May 2002, Vol.64, Issues 2, p.384.

SEYYAR, ALİ. ‘Sosyal Siyaset Açısından Yoksullukla Mücadele’; Yoksulluk. Cilt I. (Edt.)A.Emre Bilgili-İ.Altan, 1.Baskı,İstanbul: Deniz Feneri Yayınları, 2003

SMİTH, BRİAN ABEL AND TOWSEND, PETER.The Poor and the Poorest, London:1965.

SÖNMEZ, MUSTAFA.“10 Boyutuyla 2000 İstanbul’u”, İstanbul Dergisi, Sayı:36, İstanbul:2001.

ŞENSES, FİKRET. Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk, İletişim Yayınları, İstanbul:2001.

ŞENSES, FİKRET. “Kriz, Dış Yardım ve Neoliberal Politikalar” Toplum ve Bilim, 77, Yaz.

ŞENYAPILI, TANSU. “Enformel Sektör”, Yoksulluk, (Der. A.H.Akder ve M.Güvenç), TESEV Yayınları, İstanbul:2000, ss.164-165.

ÖKTEN, A.NURİ. İkili Kültürel Yapıda Kültür Bütünleşmesine Bir Yerel Yönetim Öyküsü, e.d.Korel Göymen, Ankara 1983.

ÖZSOYLU, AHMET FAZIL. “Kayıtdışı Ekonomiden Kim Kazanıyor? Kim Kaybediyor?”, Ekonomik Forum Dergisi Şubat Sayısı, TOBB Yayını, Ankara:1994.

TEKELİ, İLHAN. Gecekondulu, Dolmuşlu, İşportalı Şehir, Cem Yayınları, İstanbul:1976.

TEKELİ, İLHAN. Modernite Aşılırken Kent Planlaması, 1.Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, 2001

TÜRKDOĞAN, ORHAN. Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982.

www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/besinci-bol/bm.ikinci-yeryuzu.htm.

www.canaktan.org/ekonomi/yoksul-luk/birinci-bol/aktan-vural-yoksulluk.pdf.

www.geocities.com/hablemitoglu/yoksulluk.

www.ihd.gov.tr/rapozel/kongeransonuc2002/yoksulluk.html.

YILDIZ, M.Zafer. Etnik İlişki Ağları Odaklı Bir Kent Yoksulluğu Çalışması. Yüksek Lisans Tezi, 2002.

Bir yanıt yazın

Quick Navigation
×
×

Cart

Buy for 150,00  more and get free shipping