Sosyal Hizmet Bakışıyla Yaşamın Anlamına Bir Yorum

Sosyal Hizmet Bakışıyla Yaşamın Anlamına Bir Yorum

Modern zamanlara ulaşan birey, insan-doğa çelişkisini biraz daha fazla çözerek yüksek bir teknoloji noktasına ulaşmış olmasına karşın; aile ve yakın sosyal çevrenin geleneksel koruyucu sığınağından uzak kalmıştır. İnsan-insan çelişkisini bütün çıplaklığıyla yaşayan bireyler, tek başına ve korunaksız kaldıkları düşüncesine daha çok kapılarak, tekinsiz bir postmodern çağı, enselerinde hissetmeye başlamışlardır. Psikoloji, sosyal hizmet ve sosyolojinin bilgi temelleri, kanıtlanamaz ve olgusal bilgi haline ulaşamayan önermelerden ve değerlerden oluşur. İnsan doğası iyi midir, kötü müdür? yoksa Rousseau’nun dediği gibi, her insan melek doğmuştur da toplum mu bireyi bozmuş ve dejenere etmiştir. Fazlaca gelişmiş bir modern yaşamın nimetleriyle külfetlerini birlikte yaşayan insanoğlu, bu sürgünlüğün bedelini modern zamanlarda adeta patlama yapan, ruhsal bozukluklarla öder (Sayar, 2011). Daha çok benlik sorunlarından muzdarip olan bireyler, boşluk ve anlamsızlık duyguları, depresyon, ankisyete, değer yoksunluğu ve ilişkisizlik, izole olmak gibi sıkıntılarla hemhal olmaktadırlar. Bireysel benlik algılarımız, geniş aile çevremizin dışında bir bağlılığa ve kimliğe sahip olamayan insan, sahip olma-tüketme-yeniden ihtiyaç duyma gibi dar bir varlık alanında, yaşam oyununa devam etmeye çabalıyor. Sharar (2008)’ın vurguladığı gibi, bugün ABD’de depresyon yaşayanların oranı 1960’lara oranla on kat daha fazladır. Son 50 yılda milli gelirini üçe katlamış olmasına rağmen İngiltere’de 1957 yılında, halkın % 52’si mutlu olduğunu söylerken, 2005 yılında bu oran % 36’ya düşmüştür. Maddi bakımdan refah düzeyi yükselirken, depresyon, kaygı, mutsuzluk gibi olumsuzluklarında artması karşısında Cskiszentmihalyi’ye, “bu kadar zengin olduğumuz halde neden daha mutlu değiliz?” sorusunu sordurmuştur. Özellikle refah düzeyi yüksek olmayan ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde insanlar, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmek için beslenme, barınma gibi öncelikle temel gereksinimlerinin karşılanması gerektiğine inanıyorlar. Ancak günümüzde temel gereksinimlerini karşılayan insanların sayısı oldukça yükselmiş ancak, daha zenginleşen bireylerin daha mutlu olması öngörülürken “paranın mutsuzluğu satın aldığı” biçiminde ortaya çıkan çelişkili durumu rasyonel biçimde açıklayabilmek olanaklı görünmemektedir.

Modern zamanlarda insanın kendisine ve topluma karşı hissettiği yabancılaşmayı, ruhsal ve psikososyal boşluğu, psikoterapistler, psikologlar ve sosyal hizmet uzmanları doldurmaya çalışır. Terapötik yardım konuları, mekanik modern dünyada iyi hayatı neyin teşkil ettiği, yaşamın anlamını neyin oluşturduğu, bireyin iyilik halinin nasıl korunup sürdürüleceği ve kişinin bu dünyada nasıl kendini evinde hissedebileceği gibi netameli konulardır. Kısacası Guignon (1993)’ın vurguladığı gibi, “ne tür hayatın yaşanmaya değer bir hayat olduğu” sorusudur.

Sosyal hizmet mesleğinin amacı, bireylere acıyı, sevinci, yaşamın gerilimlerini esnek biçimde karşılayabilmeyi öğretmek ve zorluklar karşısında sağlıklı baş etme yollarını, stresle mücadele yöntemlerini göstermektir. Bu bakımdan sosyal hizmetin hedefi, herkesin yaşam niteliğinde karşılıklı olarak doyumlu ilişkiler geliştirmesini ve sürdürmesini sağlamaya çalışmaktır. Günümüzün hızlı, doyumsuz, uyum sağlamayı güçleştiren sosyoekonomik ve kültürel değişim ortamında, sosyal destek mekanizmalarında zayıflamalar uyumsuzluk ve sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Toplumumuzun azımsanmayacak sayıda bir bölümü, temel gereksinimlerini karşılayabilmek, saplandığı ekonomik darboğaz sorunlarıyla mücadele etmek için ümitsizce uğraşmaktadır. Hatta bu gruba ücretli, sabit geliri olan yine azımsanmayacak sayıda bir kitle de dahil olmaktadır. Onlar için ekonomik sorunlarını çözmek, bilinç düzeyinde mutlu olabileceğinin düşünmenin bir yoludur. Diğer taraftan, ücretli kesimden bireylerin bile bile kendine ekonomik sorunlar yaratması, topluma yabancılaşmanın, yaşam somut bir anlam bulamamanın, gerçeklerden kaçarak başka sorunlar üretmenin bilinçaltındaki gerginliklerin bir tezahürü olabilir mi?

Ülkemizde gelir düzeyini belli bir düzeyde artırarak sınıf atlayan, biraz şöhreti yakalayan bazı insanların yaşamlarını sadece zevk alma üzerine kurdukları acı bir gerçektir. Haz düşkünü (hedonist) bir yaşam tarzının boyunduruğu altına girerek, nevrotik bir tutum benimseyen, “zevkin peşinden koşup acıdan kaçınmak için sürekli çırpındıkları” gözlenen bu insanların, adeta Can Yücel’in “yalan da olsa mutluyuz ya/ bu bana yetiyor” dizelerindeki müstehzi yaşam tarzına garkoldukları görülmektedir. Haz düşkünü bireyler, acıdan ölüm gibi kaçınır ve zevk peşinde koşar ve Freud’un, çocuğun çok erken dönemlerde kazanmış olmasını beklediği “zevk’ten zaman zaman vazgeçerek”, “gerçeklik ilkesini” öğrenmesi gerektiğini belirttiği savını boşa çıkartmaya boşuna uğraşır dururlar. Zevk’in esiri olan insanlar, arzularını, dürtülerini tatmin etmek için her şeyi yapar ve bunu yakın gelecekte ne kadar büyük hayal kırıklıkları yaratabileceği olumsuz sonuçları hiç aklına bile getirmez. Böyle insanlar, yaşamı doyum sağlayan etkinliklere, sürekli zevk veren yaşantılara indirgemenin mümkün olduğuna inanır. Anlık tatmin sağlayan ilişkiler kurarak sürekli mutlu olmak için çırpınırken kendisine ileride büyük zararları dokunabilecek davranışları yapmaktan geri durmaz, uyuşturabilir, keyif verici maddeleri yaşamının odak noktasına oturtarak mutlu olduğunu sanabilir. İşte “hedonist” insanın temel çelişkisi burada ortaya çıkar; çalışmayı acı çekmek, anlık zevkleri mutluluk zanneden insan, ne kadar zavallılaştığını çok geçmeden kendisi de fark eder ancak uzun süre bu yaşamının bu sahnesine seyirci kalmayı seçebilir. Haz düşkünü insan yaşamının acıtan sahnelerinden ölümüne kaçmaya çalışırken, cennet sandığı yerlerin cehennemin ta kendisi olduğunu ve güçlüklerle mücadele etmeden, muhtaç insanlara iyilik dokunuşları olmadan, katkı sağlamadan yaşamamızın hiçbir anlamı olmayacağını anladığında düştüğü kuyunun büyüklüğünü anlar.

Oysa unutulmaması gereken bilimsel gerçek şudur ki “her insanın yaşamında biraz acı ve keder olması kaçınılmazdır. Mutlu yaşamının önünde bazen aşılamayacak, başa çıkılması olanaksız çok sayıda içsel ve dışsal etken vardır”. “Mutluluk”, tanımlanması güç ve subjektif algıların sonucu olan bir kavramdır. Ancak, insanların “iyilik hali”, şu anda onlara keyif veren, mutlu hissettiren olgu ya da olayların, etkinliklerin, aynı zamanda onları kötü hissettirmeyecek bir yarına taşıyabilecek kadar güçlü oldukları ölçüde bir değer ifade ederler. Gelecekte elde edilecek bireysel ve insani yarar ile gelecekte yaşanması olası zarar karşıtlıkları, olayları daha doğru bir çerçeveye oturtmamıza zemin oluşturabilecek düşünce yapılarını oluşturabilir. Bir kar tanesini bir kar tanesine benzemediği, parmak izlerimizin milyarlarca değişik birey yapısı oluşturduğu dünyamızda her birimiz değişik oranlarda haz düşkünü, bedbin, depresif, manik, depresif, nevrotik ya da mutlu insan özellikleri vardır. Bu yapı, her birimizin günümüzü, haftamızı ve şu kısacık yeryüzü maceramızda zamanımızı nasıl yapılandırdığımızla kendini ele vermektedir.

İnsanın problemlerinin kökeni nereden kaynaklanmaktadır? Kaya (2005)’ya göre, insan yavrusunun anne karnında geçirdiği 9 ay 15 gün süre içerisinde, annenin kontrol edemeyeceği yoğun bir strese maruz kalması, üzüntüler yaşaması, kaygıları, heyecansal bozuklukları cenin’in “negatif kayıtlar” almasına ve psikolojik virüsler kapmasına neden olur. Bu durumda, bebeğin dünyaya geldikten sonra zorluklarla başa çıkabilmesi için çeşitli hormonlar salgılaması gereken hormon bezleri, daha bebek anne karnındayken strese maruz kalır. Çocuk, doğum sonrasında hayatın zorluklarıyla karşılaştığında bu durumla baş etmekte zorlanır. Böylece, “temel inşaat bozukluğu” oluşur. Çocuk kalan gelişip güçlenemeyen, organize olamayan, etrafındakileri kandırmaya çalışan, bir türlü ilkeli olamayan ve yalan söylemekte zorlanmayan, huzursuz ve işlevsiz bireyler böylece oluşur. Bu yaklaşıma göre, bebeğin anne karnındayken aldığı negatif kayıtlar, yetişkinlikteki birçok çözümsüz sorunun kaynağını oluşturmaktadır.

Bugün yaşadıkları mutsuzluk duygusuna boyun eğmiş ve gelecekte de aynı şekilde yaşamaktan başka umudu olmayan insanlar, “geçmişlerine ve her insanın geçmişinde yapması kuvvetle muhtemel hatalarına, adeta zincirlerle bağlanmışlardır”.

İnsan yaşamındaki en güzel anlar, zor ve önemli bir şeyi başarmak için gönüllü çaba sarf ederek bedensel ve zihinsel olarak, kendi kapasitesini ve varoluşu ileriye taşıyabilmek için mücadele ettiği zamanlardır. İster çok iyi koşullarda olalım, isterse zor koşullarda mücadele edelim insanoğlu rehavet için, yan gelip yatmak için, sürüngenler gibi yaşamak için değil kendi güçlerimiz ölçüsünde kartallar gibi uçmak için yaratılmışız. Sayar (2011)’a göre yapılan araştırmalar, zorluklar karşısında kırılmadan ve yılgınlığa düşmeden eski sağlıklı haline dönebilen çocukların; iyi ve etkili problem çözme becerilerinin olduğunu, çevreleri tarafından desteklenip onaylandıklarını, kendi tutum ve davranışlarının farkında olduklarını ve güçlü inançlara sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır.

Diğer taraftan da karşılaştığımız engeller, yaşadığımız zorluklar, bu hayattan zevk almanın kolay elde edilebilen bir şey olmadığını anlamamıza yardım ediyor ve böylece, yaşadığımız büyük küçük tüm zevkler için keyif duymamız gerektiğini hatırlamamızı sağlıyor. Zorluklar yaşamak, hayattan zevk alma yeteneğimizi geliştirir. Gerçek mutluluk, psikiyatrik hastalıkları tedavi etme yöntemlerinin göz ardı ettiği bazı duygusal huzursuzlukları ve yaşamın içinde varolan kaçınılmaz zorlukları yaşantılamayı gerektrir. Prof Sayar’ın “hüznümüz bize aittir, hüznümüze dokunmayın” dediği nokta da işte budur. İnsanı her türlü acıdan kurtarıp kimyasallarla izole edebileceğini zanneden batı kültürünün yanılgısı da burada başlamaktadır. İnsan, hüznün içinden geçerek kendi yaşamını yapılandırabilen ve genlerimizle çevresel faktörlerin harmanında, yazgısını belli ölçülerde kontrol edebilen gelişmiş bir organizmadır.

Bir yanıt yazın

Quick Navigation
×
×

Cart

Buy for 150,00  more and get free shipping