Sosyal Hasar Tespiti ve Sosyal Hizmet Müdahalesine Yer Açarak Sosyal Bütünleşmeye Ulaşmak

Sosyal Hasar Tespiti ve Sosyal Hizmet Müdahalesine Yer Açarak Sosyal Bütünleşmeye Ulaşmak

Sosyal politika, sosyal hizmet mesleğinin bir disiplin olarak ortaya çıktığından beri her zaman bu mesleğin teorisi ve uygulamalarında yaşamsal bir değere sahip olmuştur.

Çünkü sosyal politikanın sosyal gelişme, sosyal adalet, sosyal bütünleşme, bireyin iyi olma hali, toplumun iyi olma hali gibi hedefleri, sosyal hizmet disiplininde de öne çıkan ortak olgulardır. Bu yönüyle sosyal hizmet, açlık, yoksulluk, işsizlik, muhtaçlık, sosyal dışlanma gibi sosyal sorunları çözerek, bireylerin sıkıntılarının azaltılması, daha işlevsel hale gelebilmeleri misyonunu üstlenmiş bir meslektir.

Bu makalenin odağını, sosyal hizmet ve sosyal politika açısından sosyal sorunların belirlenmesi ve çözümü sürecindeki pozitif etkileşimlerin ortaya çıkartılması yollarının irdelenmesi oluşturmaktadır. Bu kapsamda, uzun yıllardır ihmale uğramış sosyal politika ve sosyal hizmet uygulamaları açısından, toplumsal düzlemde bir “sosyal hasar tespiti” yapmanın, sosyal alanın yeniden inşası bakımından her şeyin başlangıcı olacağı konusu tartışılacaktır.

Sosyal Politikanın Paradigması

Tarihsel açıdan bakıldığında, 18. yüzyılın ikinci yarısında buhar makinesinin James Watt adlı İngiliz mühendis tarafından icat edilmesi ve bunu enerji kaynağı olarak kullanması ile başlayan Sanayi Devrimi, insanlığın o tarihlere kadar yaşadığı en büyük yenilik ve buna bağlı değişim döneminin başlangıcı olmuştur. Diğer taraftan ise sanayi devrimi ile ortaya çıkan açlık, yoksulluk, sömürü, insanlıkla bağdaşmayan çalışma koşulları gibi olumsuzluklarla da yeni bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Dünya tarihi, zengin (güçlü) ve yoksul (güçsüz) insan sayılarının genellikle de güçsüzlerin sayılarının milyarlarca insanı bulduğu dönemlere tanık olmuştur. Aydınlanma dönemiyle ortaya çıkan en önemli gelişme, dünyanın bütün insanlığa ait olduğu ve varolan nimetlerden herkesin faydalanması gerektiği görüşü ve bunun doğurgusu olan bir “sosyal politika” düşüncesidir. Bu yeni anlayış, toplumu oluşturan bireylerin refah içerisinde huzurlu yaşamalarına yönelik düzenlemeleri hedefleyen ve hümanist bir bakış açısının ürünü olarak, sosyal adalet ve insan haklarını temel alan modern devletin de temel felsefesini oluşturmuştur. Sosyal politikayı, “çıkarları uyuşmayan sınıflar arasında tırmanan çatışmaları önleyerek toplumsal uyumu garanti altına almak” biçiminde tanımlamak olanaklıdır (Şenkal, 2005: 26).

Yüzyıllar boyunca insan topluluklarının dünyadaki en önemli sorunu, sağ kalabilmek olmuş, neredeyse 20. yüzyıl sonuna kadar, devletin varlığını korumasının yolu savaşlardan geçmeye devam etmişti. Ancak günümüzde devletler dış tehditlerden ziyade, sınıflar arası çatışma ve çekişmelerle, yoksulluk sunucu artan suç riskleriyle karşı karşıya kalmışlardır. Öyle ki 18. yüzyılda Avrupa devletlerinde şiddetli sınıf çatışmaları, ülkelerin varlığını tehdit eder duruma ulaşmış ve bu içinden çıkılmaz durum devletleri, yaşanmakta olan sosyal sorunları önlemeye yönelik müdahale etmeye zorunlu kılmıştır. Buradan başlayarak devletin, sosyal sorunlara müdahale alanının zaman içerisinde genişlemesi, sosyal politikanın da gelişmesine yol açmıştır (Şenkal, 2005: 26).

Adam Smith, kapitalist ekonomi sisteminin sürdürülebilmesi için sosyal politikaların uygulamaya sokulması gerektiğini belirterek, “hiçbir topluluk, bireylerinin büyük çoğunluğu yoksulluk ve sefalet içindeyken bir ilerlemede bulunamaz ya da mutlu olamaz” önermesinde bulunmuştu. Bu önemli anlayış ve aydınlanma, Avrupa’da yoksulların insan haklarını teslim eden farklı bir anlayışın ortaya çıkmasına çarpan etkisi yapmıştır.

Avrupa devletleri liberal-sosyal sentez modelini benimseyerek, devletin toplum refahını gözeten bir rol oynamasını, “gelirin yeniden dağıtılması” gibi piyasaya ait bir işlev görmesini kabul etmektedirler. Avrupa refah devletinin sosyal güvenlik, sosyal hizmetler, yoksullara gelir transferi, sosyal hakların kurumsallaşması, bazı konularda herkese minimum bir düzey sağlanması gibi birçok sosyal hizmet enstrümanları olduğu görülmektedir. Toplumun güçsüz ve risk altında yaşayan kesimlerine yönelik belirli bir sosyal güvenlik düzeyi, sağlık ve refah hizmetlerinden serbestçe yararlanma olanağı, belirli bir yaşa kadar eğitim olanağı, asgari bir gelir düzeyi, konut yardımları öncelikli sosyal politika programları olarak göze çarpmaktadır. Çünkü Marshall (1965: 91)’ın vurguladığı gibi “vatandaşlık”, bir toplumun üyelerine verilen bir statüdür ve bu statüyü elinde tutan herkes, bu konumun kapsadığı tüm haklar ve görevler açısından eşittir. Avrupa refah devletinin niteliği bakımından bireysel gereksinimlerin karşılanması bağlamında “vatandaşlık” kavramı kapsamında, devletin, vatandaşlarının sosyoekonomik koşullarının iyileştirilmesi, temel gereksinimlerinin karşılanması gibi bir sorumluluğu olduğu kabul edilmektedir. Refah devleti, üstlenmek zorunda kaldığı bu koruyucu rolünü, bazen yasalarla, bazen istihdam politikalarıyla, bazen kamu hizmeti yoluyla, bazen doğrudan gelir transferi sağlayarak yerine getirmek zorunda kalmaktadır. Bütün bu mantıklı nedenlerle, sosyal koşulların iyileştirilmesi ve bireylerin temel gereksinimlerinin karşılanabilmesi için devletin etkili bir “sosyal politikası ve yönetimi” olmalıdır. Bu bağlamda, sosyal refahı artırmaya yönelik politikaların, bir taraftan bireylerin maddi koşullarını iyileştirme diğer taraftan da vatandaşlık kurumunun sosyal saygınlığını ve toplumdaki rolünü artırma biçiminde önemli işlevleri vardır. Peki devlet bunu nasıl ve hangi yöntemle yapacaktır? Marshall (1965: 114)’a göre bunun öncelikli yolu, herkes için asgari bir gelir düzeyinin (national minimum) sağlanmasıdır. Çünkü bu ilk basamak, sosyal sorunları ortaya çıkaran risklerin bertaraf edilmesi ve sosyal eşitliğin sağlanması bakımından yaşamsal bir önem taşımakta, özellikle çocukların optimal gelişimine katkı yapacak nitelikleri de içinde barındırmaktadır.

Sosyal politika, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist ekonomilerde sanayileşme ile ortaya çıkan sorunlar, artan eşitsizlik ve güvensizlik karşısında siyasi hakların gelişmesiyle, devletin seyirci kalamayacağı düşüncesinden hareketle gelişerek daha ileriye taşınan bir anlayıştır. Çünkü çağdaş kabule göre refah devleti, bireylere asgari gelir güvencesi veren, onları toplumsal tehlikelere karşı koruyan, sosyal güvenlik olanağı sağlayan, toplumsal konumları ne olursa olsun tüm yurttaşlara eğitim, sağlık, barınma gibi sosyal hizmet alanlarında asgari standartlar getiren devlettir (Flora, Heidenheimer, 1981: 50). Yani Briggs (2000: 17)’in ifadesiyle, çalışma ve mülkiyetin piyasa değerine bakılmaksızın vatandaşlarına minimum bir geliri garanti eden devlettir. Şenkal (2005: 321)’a göre refah devleti, örgütlü emeğin sahip olduğu gücün her alanda kullanıldığı ve yönetimin piyasa güçlerinin rolünü en az üç yönde değiştirme çabası içinde olan devlettir. Bu üç yönün birincisi, bireylere ve ailelere minimum gelir garanti etmek. İkincisi, bireysel ya da ailesel krizler gibi olumsuz sosyal olasılıkların kapsamını sınırlamak veya daraltmaktır (hastalık, yaşlılık, işsizlik gibi). Üçüncü olarak da, statü ve sınıf ayrımında bulunmaksızın tüm vatandaşlara sosyal hizmetleri belirli ve en iyi standartta sunmaktır.

1990 yılında İngiltere’de yürürlüğe giren “Ulusal Sağlık hizmeti ve sosyal Koruma Kanunu”na göre, sosyal politika ve sosyal hizmet 9 temel insan gereksinimini karşılamak için çalışan iki farklı disiplin ve uygulama alanıdır. Bunlar, kişisel ve sosyal koruma, sağlık bakımı, barınma, finans, eğitim, istihdam, serbest zaman değerlendirme, ulaşım, toplumsal hizmet ve kaynaklara ulaşabilme.

Neoliberal Politikaların Refah Devletine Yansımaları

Günümüzde, Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu ağır yoksulluk koşullarında yaşama savaşı vermekte olup, insanlığın % 24’ü günde 1 doların altında bir gelirle sağ kalmaya çalışmaktadır. 1997 yılı itibariyle, dünya nüfusunun en zengin % 20’siyle en yoksul % 20’lik dilimi arasında 74 kat fark bulunmaktadır (Şenkal, 2005: 194).

1980’lerden sonra tüm dünyada egemen olan neoliberal politikalarla gelişmiş ülkelerde bile sosyal refah devleti açısından birçok olumsuzluğu beraberinde getirmiş, bu süreçte sosyal alan ihmale uğramıştır.Çünkü neoliberal ekonomi, küreselleşme büyümeyi, karlılığı, daha çok kapitali hedef edinirken, sosyal refah devleti ise tam tersine, sosyal güvenlik, sosyal sigorta, sosyal koruma, sosyal hizmetler ve sosyal yardım gibi kavramları öncelemektedir. Küresel ekonomik kalkınma gerçekleşmeden refahın artırılmasının olanaksızlığı (Ekin, 1996:1), rekabetle birlikte sosyal adaleti bir arada gerçekleştirmek, küreselleşme açısından önemli bir paradoks oluşturmaktadır.

21. yüzyılın ilk çeyreğinde bile, birçok ülke eğitim, altyapı, sağlık, konut, çevre, işsizlik, yoksulluk gibi sosyoekonomik ve sosyopolitik sorunları çözebilme konusunda yetersiz durumdadır. Az gelişmiş ülkelerin sosyal sorunlarını çözmede yetersiz kalmasının nedenleri, çağdaş yönetim bilimine aykırı kamu yararından uzak uygulamalar, ülkeyi oluşturan halka yeterince yatırım yapılmaması, aşırı dış borçlanma ve bu emanet parayı özellikle sosyal alanda iyileşmelere ivme kazandıracak biçimde kullanamayışları olarak sayılabilir. Ülkemizi de dahil ederek 1980 sonrası böylesine yanlış politika uygulamaları devletin sisteme dolaylı ya da dolaysız katılımı son yıllarda en çok tartışılan konulardan biri durumuna gelmiştir. Bu aşamada, her şeyi üreten, müdahale eden devlet yerine standartları belirleyen, kuralları koyan, etkili biçimde denetleyen, rant yaratan değil bunu engelleyen ve tüm vatandaşlarına olanaklar sağlayan, ileri teknolojiyi kullanan devlet düşüncesi kabul görmektedir (Ekin, 1996: 191). Devletin iki nedenden dolayı önemli bir rolü vardır. Birincisi, devlet; üretim, ticaret, gelişme ve iller arası eşitsizlik açısından, kamu harcamalarını yönetme, yönlendirme ve önemli kurumlar, politik istikrar, eğitim, sağlık ve alt yapı sağlayıcısıdır. İkincisi, bölgesel eşitsizlik ve gelişmişlik farkları, fırsat eşitsizliği, ekonomik ve sosyal güvencesizlik açısından kapsamlı sosyal refah programlarıyla devlet, yeniden dağıtıcı rolüyle yurttaşlarının talihini ve tarihini değiştirebilecek büyük bir güçtür.

Buradan hareketle modern dünyada, bireyin tek değer olması ve bütün sosyoekonomik etkinliklerin bireye odaklanması yeni küresel düzende, sosyal ve etik değerlerle donatılmış bireyler tarafından düzenlenerek yönlendirilmesi ilkesini (Courchene, 2003: 3) ön plana çıkarmaktadır. Çünkü dünyada yeni oluşturulmaya çalışılan sosyal düzen, sivil bir dayanışma ruhunu oluşturmayı ve bireylerin iyilik halini gözeten bir yapı kurmayı hedeflemektedir. Pieper (1999: 38)’e göre böyle bir gelişme ve ilerleme hedefine ancak etik değerlerin yeniden kazanılmasıyla ulaşılabilir. Çünkü adil bir sosyal sistemin, etik değerler doğrultusunda ve bireylerin tümünün yararına işlev görmeksizin varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Sırf bu nedenlerle, özünü etik değerlerden ve insan düşüncesinden almayan, toplumu oluşturan tüm sosyal sınıfların kendi görev, katkı ve sorumluluklarını paylaşmadığı ülkemiz gibi az gelişmiş toplumlarda, adil, insani gelişmeye çarpan etkisi yapacak, gelişmiş bir sosyal politika temeli bir türlü oluşturulamamıştır. Kamu ve sivil toplumun işbirliğinde, tüm yurttaşları esas alacak bu tür sosyal koruma çerçevesinin halen kurulamamış olması, 2000’li yılların bitiminde dahi toplumumuzun hak ettiği, özlediği, geniş tabanlı ilerlemeyi ve dönüşmeyi yaratamamaktadır. Oysa toplumda yaşayan güçsüz ve yoksul durumdaki bireylere karşı hassas, dayanışmacı bir tutum sergilemek, kamunun bakışı ve sivil toplumun bu yönde katılımı, sosyal politikanın ülke genelindeki zihniyet temeli açısından olmazsa olmaz bir ayağıdır.

Bütün bu ihmallerin bir sonucu olarak da mikro düzeyde bireylerde beklenen olumlu değişimler için gerekli altyapı kurulmadığından, aynı bireylerde negatif yönde etkileşimler oluşmakta ve bu da bazen sosyal çatışmayı gündeme getirebilmektedir. Diğer taraftan, Edwards, Sen (2000: 606; akt. Şenkal, 2005)’in belirttiği gibi, bencillik, açgözlülük, öfke, nefret gibi huylar edinip kavim, cinsiyet, sınıf, kast, milliyet, din ve ekonomik bloklar gibi kriterleri esas alan bir anlayışı benimsemek, toplumsal dayanışmayı hiçbir zaman sağlayamaz. Sosyal hizmet disiplininin ruhuna uygun biçimde, ancak mikro düzeyde bireylerin iyilik hali desteklendiğinde pozitif yönde bireysel dönüşümler, çocukların optimal gelişimleri ve sağlıklı toplumsal değişim söz konusu olabilir. Çünkü sağlıklı sosyal değişim ve toplumu oluşturan bireylerin davranışları arasında meydana gelen sürekli etkileşim, birbirine çarpan etkisi yapan yaşamsal bir değer taşıyan öğelerdir. Bireylerarası, birey-toplum ve birey-devlet ilişkilerini sağlıklı bir şekilde düzenleyip, sosyal politika zemininde, sorun yaratmama ve tam tersi sorun çözme becerileri gelişmiş bireyler yetiştirmek için sosyal hizmetin gereksinimlerine, önerilerine ve çözümlerine duyarlı hale gelmiş modern bir yönetsel ve toplumsal anlayış oluşturulmalıdır.

Sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin dinamik süreciyle ilişkili bir bütün olarak nüfusun refah seviyesinin arttırılması için tasarlanan planlı sosyal değişim, sosyal çalışma, sosyal hizmetler idaresi, hayırseverlik ve gönüllülük gibi insan refahını arttırıcı diğer kurumsallaştırılmış yaklaşımların karşılıklı etkileşimini gerektirir. Toplum genelinde var olan sosyal sorunların çözümü, mevcut veriler ışığında hangi tür sosyal yardım ödemelerinin, özellikle çocukların optimal gelişimlerini sağlayarak toplumsal gelişmeye katkı yapacağının belirlenerek bu yönde uygulamalara ağırlık verilmesi toplumun da refah seviyesinin yükseltilmesi düşüncesine hizmet edecektir. Ülkemiz gibi ekonomik büyüklüğü küçümsenmeyecek, ancak kaynakların bölüşümünün sıkıntılı olduğu ülkelerde ekonomik gelişim, nüfusun ve özellikle çocuk nüfusunun refah seviyesini bir bütün olarak yükseltmediğinde, sosyal bakımdan fazla bir anlam taşımayacaktır.

Devletlerin sosyal harcamaları; sosyal sigorta, sosyal güvenlik, sağlık sigortası, beslenme-barınma-konut harcamaları, ailelere sağlanan doğrudan gelir desteği, aile yardımları, çocukların giderleri için nakit destek, öğrenci bursları, eğitim harcamaları, işsizlik tazminatları, kıdem tazminatı, sosyal hizmetler ve tarıma sağlanan sübvansiyonlar, sosyal yardımlardan oluşmaktadır. Sosyal kalkınmanın finansmanı bakımından konuyu incelersek, Dünya Bankası 2001 yılı ülkelerin gelişmişlik verilerine göre toplam devlet harcamaları içinde “sosyal harcamaların” payı; ABD’de % 53.8, İngiltere’de % 57.5, Hollanda’da % 63.9, Almanya’da % 69.8’dir. Gelişmiş ülkelerin genelinde, sosyal harcamaların toplumun varlıklı kesimlerinin sosyal politikaya katılımı olan vergilerle finanse edildiği ve neoliberal görüşlerin aksine, sosyal harcamaların gelişmiş ülkelerde yüksek bir oran teşkil ettiği görülmektedir. Sosyal harcamaların etkili biçimde yönetildiği takdirde sosyal refaha, sosyal kalkınmaya ve insani gelişmeye büyük katkı sağlayacağı açıktır. Çünkü devletin sosyal harcamalardan kaçınması, bu alandaki finansmanı azaltması, sosyal harcamaların etkili biçimde kullanılmaması, toplumun geleceğini belirleyen çocukların yaşam kalitesini direkt olarak olumsuz engellemektedir. Bu durumun daha vahim sonucu ise, eğitimsizliğin, fazla sayıda çocuk sahibi olarak sosyal sorunları arttırmanın, güçsüz kitlelerin sayısal artışının ve insani sorunların çözülememesi hatta “yeniden üretilerek” daha sonraki kuşaklara aynı biçimde aktarılması, kısır döngüsünün beraberinde getirmesidir. Mikro düzeyde eğitimle yola çıkılarak, insani gelişmeyle, gereksinimlerinin karşılanması ve bireylerin iyi olma halinin desteklenmesiyle talihi değiştirilemeyen bireyler, yaşadıkları ülkenin tarihini de pozitif anlamda değiştirebilecek donanıma bir türlü ulaşamayacaklardır.

Türkiye Açısından Sosyal Hasar Tespitinin Önemi

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, ekonomik gelişmeden sorumlu hükümet kuruluşlarının sosyal hizmet kuruluşlarıyla etkili bir iletişiminin olmaması, yukarıda belirtilen başlangıç noktasının oluşturulmasının önündeki en büyük engellerden birisini oluşturmaktadır. Midglay (2001; akt. Şenkal, 2005)’e göre, sosyal gelişme yaklaşımlarının yürütülebilmesi için, ekonomik gelişme ve sosyal hizmet kurumlarının, bireysel ve toplumsal gelişme çerçevesi içinde daha fazla birlikte çalışması gerekir. Diğer taraftan aynı amaca hizmet edecek insani gelişmenin sağlanabilmesi için, güçsüz kitlelerin istihdam olanaklarını arttıran insan merkezli makroekonomik politikaların benimsenerek uygulanması da büyük önem taşımaktadır. Bu noktada, bireylerin sorunlarına çareler üreten, sorunlar ortaya çıkmadan müdahale edebilen, önleyici, onarıcı ve çare bulan geniş kapsamalı sosyal hizmetlere önem verilmesi gerekir. Sosyal harcamalar yoluyla insana yapılan yatırım, bireylerin eğitim ve becerilerini arttırma vurgusu içinde, ekonomik ve sosyal katılımı kolaylaştırma, teşvik etmek sosyal gelişmenin önünü açacaktır.

Mevcut sosyal durum itibariyle çarpık kentleşme ve gecekondular yalnız kötü bir alt yapı, sağlıksız bir yerleşim alanı getirmemekte, kentlerde büyüyen işsizlik ve yoksulluk nedeniyle de, rant ekonomisi, hatta “kara paranın” döndüğü bir ekonomi ile hukukun pek geçerli olmadığı, güçlünün zayıfı ezdiği bir yaşam biçiminin, asıl beslendiği alanlar olmaktadır. Kuşkusuz, dayanışma, yardımlaşma gibi geleneksel değerler tümüyle terkedilmiş olmasa da, yaşanan koşulların ağırlaşması ile kırdan kente göç eden aileler arasında dayanışmanın azaldığını gösteren işaretler de söz konusudur (Buğra ve Keyder, 2003: 31-32).

Büyük kentlerde gecekondu semtleri veya kenar mahalleler büyürken, artan umutsuzluk ortamında radikal duruşlar için de uygun koşullar büyümekte “kenar mahalleler” marjinal yerler olarak büyük bir kültürel merkezin “ötekisi” ve hor görülen sosyal faaliyetlerin, suçun, kokuşmuşluğun ve anti-rasyonelliğin “merkezi” haline gelmektedir (Akkaya, 2002: 207). Öte yandan kenar mahalledeki yoksullar, merkezdeki yoksullar gibi kaderini kabul etmiş ve pasif bir tutum içine girmiş olmaktan çok, önüne konulan seçenekleri reddedip farklı seçenekler yaratmak uğraşısı içinde, daha girişimci ve dinamiktirler (Işık ve Pınarcıoğlu, 2001: 39). Bu dinamizm içinde buralarda hem öfke ve şiddete, hem de suça olan eğilimlerin arttığı da bir gerçek.

Bu nedenle varoşlar, kentlerde işsizliğin ve sefaletin yan sıra suç oranının da yüksek olduğu bölgelerdir. Geçim sıkıntısı, kentlere uyum sorunu, eğitimsizlik ve en önemlisi umutsuzluk bazılarını kentlerden öç alırcasına suça itmekte, örneğin çete, mafya oluşumlarını hızlandırmaktadır. Kuşkusuz, birçoğu istediğinden değil çaresizlikten sokağa ve suça itilmektedir. Kentlerde sokağa itilen çok sayıda çocuğun ailesinin, çoğunlukla kentlere göç etmiş ve gecekondu bölgelerinde yaşamaya çalışan aileler olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin bir araştırmada suç işleyen 1181 çocuktan % 70’inin gecekondularda oturduğu görülmektedir. Yine kentlerde sokağa itilen çok sayıda çocuğun ailesinin, çoğunlukla, kentlere göç etmiş ve gecekondu bölgelerinde yaşamaya çalışan aileler olduğu da bilinmektedir (Koray, 2008).

Özellikle 1980’lerden sonra sayıları çığ gibi büyüyen sokak çocuklarının sayısı resmi olmayan rakamlara göre yalnızca İstanbul’da 7 bin ile 10 bin arasındadır (Radikal, 2000). Başka bir araştırmada sokak çocuklarının yarısından fazlasının 6 ve daha üzeri fertlerden oluşan kalabalık ailelerden geldikleri, çoğunda ailenin parçalanmış olduğu ve yaklaşık yarısının ailesinin doğu Anadolu bölgesinden geldiği ortaya konmuştur (Alada, sayıta, Temelli 2002: 258-260).

Aslında gecekondular, varoşlar, yoksullar, ötekiler, sokak çocukları gibi kavramlarla anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız kent gerçekleri, hem çarpık kentleşmemizin hem çarpık büyümemizin bir aynası olarak karşımızda durmaktadır. Bu aynaya isteksizce baktıkça veya burada yansıyan gerçekleri görmezden geldikçe, sorunları çözebilmek olanaklı değildir. Oysa, örneğin sokak çocukları dediğimizde “suça bulaşan çocuklar, fuhuşa itilen çocuklar, kapkaç olayına karışan çocuklar ve köle olarak çalıştırılan çocuklar” gerçekliğini bilmemiz gerektiği gibi, bunun artık yalnızca “sokak çocukları” sorunu olmayıp yoksulların “topyekün karşı saldırısı” olarak görme noktasına geldiğimizi de bilmemiz gerekmektedir (Karatay, 2004). Sonuç olarak problemleri, yalnızca soyut kavramlar ve stilize edilmiş medyatik gerçeklikler içinde değil de kendi gerçeklikleri içinde görüp öğrenmek ve bu gerçekliklere ilişkin yaygın, kalıcı ve sürekli bir toplumsal iyileştirme politikasını oluşturmak gibi bir gereksinim var. Bu ihtiyacı, hep gündemde olan ekonomik göstergeler kadar, hatta onlardan da önemli olduğunu da giderek bozulan toplumsal dengeler göstermektedir (Koray, 2008: 194).

Ülkemizde sosyal hasarın tespiti için veri-temelli çalışmaların yapılarak, mevcut durumun belirlenmesi gerekmektedir. Bu yapıyı kurabilmek için gerekli sosyal hizmet uzmanları, sosyal refahı çalışanları olarak toplum genelinde müracaatçıları olan ihtiyaç sahibi insanlara yaptığı ev ziyaretleri ve görüşmelerde topladığı bilgiler yoluyla düzenlediği “sosyal inceleme raporlarıyla” kimin ihtiyaç sahibi olduğunu ve ne tür bir mesleki müdahalenin uygun olduğunu bilimsel anlamda ortaya koyarlar. Bu müdahaleyle sosyal gelişme ve sosyal bütünleşme düşüncesiyle, olanaksızlıklar içinde yaşam mücadelesi veren sorunlu kitlelerin, kaynakların yeniden paylaşımı yoluyla aldıkları payla, birey-aile mikro düzeyinde, eğitim alarak ortaya çıkarttıkları iyileşmelerle, gelişmesini yeniden üreticisi durumuna da geçebileceklerdir. Bu sosyal bakış açısı, üretici, yatırımcı politika uygulamalarının ekonomik katılımı geliştireceği ve toplumsal gelişmeye pozitif bir katkı sağlayacağı öngörüsü üzerine kuruludur.

Çünkü sosyal refah, toplumsal zenginliğin ve olanakların; yoksullar, güçsüzler, incinebilir, kırılgan, korunma gereksinimi duyan bireyler için sosyal politikalar yoluyla dağıtılması anlamına gelmektedir. Ekonominin kurallarını öne çıkaran ve yeniden dağıtım modelini eleştirenlerin unuttuğu önemli bir nokta vardır. Devletin sosyal harcamalar yoluyla sosyal refah programlarını kitlelere ulaştırmaması, önce bireylerde çaresizlik, kin, öfke duygularının gelişmesi ve daha sonra da sosyal çatışmaların oluşması davranışlarına neden olabilmektedir.

Sonuç Yerine

Sosyal politika, sosyal sorunların çözümü ve bu çerçevedeki çözümlere yönelik plan, program, hizmet ve uygulamaları biçimlendiren en önemli araç olarak, Ferguson (1975: 39-40)’ın deyimiyle sosyal hizmet ve sosyal politika çok sıkı ilişki içerisindedir. Nitekim, bir toplumdaki insanlara sunulan sosyal hizmetler o toplumda var olan sosyal sorunlar, mevcut sosyal politikalar doğrultusunda biçimlenir. Denney (1998: 36-37)’e göre sosyal sorunların tanımlanması, bu sorunlara neden olan gereksinimlerin belirlenmesi ve bu gereksinimlerin karşılanmasına yönelik, politika ve uygulamaların yaşama geçirilmesi sürecinde sosyal hizmet disiplini ve sosyal politika alanı her zaman karşılıklı bir etkileşim içerisindedir.

Sosyal korumanın genişletilmesi düşüncesinde, modern dünyanın uygulamalarının incelenmesi yararlı ipuçları verebilir. “Sosyal güvenlik kanunu” (The Social Security Act) seviyesinde ilk kullanan ülke ABD olup halen, gönüllü kuruluşlarca da çeşitli kapsamlarda yürütülen çocuklara yönelik “gıda desteği programı” ilk defa 1939 ve 1943 yıllarında başlamış, 1964 yılında yapılan yasal düzenleme ile bugünkü kapsamına kavuşmuştur. Gıda desteği programı, esasen düşük gelirli ailelerin gıda alımına yönelik satın alma gücünü artırarak, özellikle çocukların yetersiz beslenme probleminin ortada kaldırılmasına yönelik bir programdır. 2006 yılı itibarıyla programdan faydalanan kişi sayısı 26 milyona ulaşmıştır (www.fns.usda.gov). Çocuk Yardımı Programı, 1975 yılında SG Kanununa yapılan bir ilave ile, daha önce yoksul ailelere yapılmakta olan yardımların, çocukların aile içinde yetişmesini teşvik etmeye yönelik bir programa dönüştürülmesi, özellikle evlilik dışı ilişkilerden oluşan çocukların etkin olarak korunması amaçlanarak geliştirilmiştir. 2005 yılı itibarıyla uygulama kapsamında yardım sağlanan çocuk sayısı 15.9 milyon civarındadır (www.acf.hhs.gov). Kadınlar, reşit olmayanlar ve çocuklara yönelik tamamlayıcı gıda yardımı programı kapsamında, düşük gelirli kadınlara hamilelik döneminde, doğum sonrasında ise kendilerine ve çocuklarına ve 5 yaşına kadar, düşük gelirli çocukların ailelerine beslenme ve gıda yardımı yapılmaktadır. Gıda yardımları, sağlıklı beslenme için öngörülen, vitamin, demir ve kalsiyum gibi unsurları dengeli şekilde içerecek şekilde yapılmakta olup bu program, Federal hükümet tarafından finanse edilmekte, ancak uygulaması eyaletler tarafından gerçekleştirilmektedir (Green Book). Yine çocukların sağlıklı gelişimlerine odaklanan başlangıç (eşit fırsatlar) programı, esasen, 1964 tarihli Ekonomik Fırsatlar Kanunu kapsamında 1965 yılından itibaren uygulanmaya başlamıştır. Temel amaç, 0-5 yaş arasında çocuğu olan düşük gelirli ailelerin çocuklarını okul öncesi dönemde çeşitli açılardan geliştirerek eğitimde fırsat eşitliği yaratmak olup, ülke çapında çocukların eğitim, sağlık, beslenme ve sosyal yetişme ihtiyaçlarının karşılanarak, zihni ve sosyal açıdan formel eğitim sürecine hazırlanmaları sağlanmaktadır (Green Book). Günümüzde ABD’in en kapsamlı kamu sosyal güvenlik harcamalarından birini, “ihtiyaç sahibi ailelere yönelik geçici yardımlar” (TANF) oluşturmaktadır. 1960’lı yıllardan buyana yapılmakta olan bu yardımlarda temel amaç, ihtiyaç içinde olan ailelere yardım yapılarak, çocukların aile dışına itilmelerini önlemek ve aile içinde bakılmalarını sağlamaktır.

Sağlıklı ve bireylerin gelişmesine, daha işlevsel olmasına olanak sağlayabilen bir toplum modeline ulaşma hedefi, hem sosyal politika alanı hem de sosyal hizmet disiplininin ortak ülküsüdür. Toplumun ve bireylerin iyi olma haline ulaşılabilmesi ise sosyal politikaların genişletilmesi ve bu politikalara yön veren düşünce sisteminin geçerli kılınmasına bağlıdır. Ülkemizde sosyal hizmet henüz, sosyal politika ve programların genişletilmesi, stratejilerin oluşturulmasına katkıda bulunabilecek denli güçlendirilememiş ve işlevsel kılınamamıştır. Sosyal hizmet mesleğinin uygulayıcıları olan sosyal hizmet uzmanları, gerektiği ölçüde modern sosyal koruma enstrümanları ve yasal güçlerle donatılamamışlardır. Örneğin ABD’de 1945 yılında Edvard Lindeman, sosyal hizmet uzmanlarının rol ve işlevlerini tartışmaya açmış; bunun sonucunda, uzmanların, sağlık, bakım, eğitim, istihdam, ırk ayrımı ve demokratik katılım gibi alanlarda sosyal politikaların belirlenmesi sürecinde etkili rollerine kavuşmaları sağlanmıştır (Schneider ve Netting, 1999: 350). Benzer şekilde Schorr (1985: 193), geçerli sosyal politikaların sürekli mağdur ve güçsüz kıldığı müracaatçılarla çalışırken, sosyal hizmet uzmanlarının günlük yaşamda her zaman politika konularıyla meşgul olacaklarının altınız çizmiştir. Sosyal hizmet uzmanları, bireylerin yaşam koşullarını iyileştirmek, sosyal adaleti sağlamak amacıyla uygulayıcılar olarak, sosyal adaleti gerçekleştirebilmek için sosyal politikayı sürekli olarak etkilemeyi bir mesleki sorumluluk olarak kabul etmektedirler.

İnsan hakları uygulamaları ve toplumu oluşturan bireylerin yaşam niteliğini belirleyen unsur, devlet-vatandaş ilişkileri temelinde vatandaşlık hak ve özgürlüklerinin neler olduğudur. Çünkü sosyal hizmet yaklaşımı bireyi, sosyoekonomik koşulların bir ürünü olarak kabul eder ve olumsuz sosyoekonomik koşulların iyileştirilmesi açısından devletin önemli bir rolünü vurgular. Vatandaşlık kurumunun sosyal saygınlığını ve toplumdaki rolünü artırma işlevleri olan bu çağdaş düzenlemelerin, herkes için (national minimum) asgari bir gelir düzeyinin sağlanmasıyla hayata geçirilebileceği açıktır. Çünkü toplumuzu oluşturan bireylerin işlevlerine yerine getirebilmeleri için bu ilk basmak, sosyal eşitliğin sağlanması bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu radikal çözüm önerisi, mevcut sosyal sorunların birçoğunu çözeceği gibi daha da önemlisi çocuk ihmal ve istismarının azaltılması ve çocukların eğitim ve yaşam kalitelerinin yükseltilmesine çarpan etkisi yaparak toplumumun geleceği bakımından da büyük bir güvence ve gelişmişlik temeli inşa edecektir. Çünkü eğitim, sağlık, adalet, sosyal hizmet, çalışma koşulları gibi temel konularda asgari güvence olanaklarının getirilmesi, herkes için alt düzeyde de olsa bir standardın yaratılması, daha ileri standartlara ulaşmanın da bir başlangıç noktasını oluşturacaktır. Hewwitt (1992: 27; akt. Şenkal, 2005)’e göre bu anlamda devlet, refah politikaları açısından bir “uzatma merdiveni” (extention ladder) gibidir. Modern refah devletleri, en başta sosyal riskler olmak üzere, bazı sosyal riskleri piyasanın dışına çıkarak, etkili sosyal koruma programlarıyla güvence altına almıştır.

Midglay (2001; akt, Şenkal, 2005), sosyal hizmetlerin ticarileştirilmesi gibi neoliberal politikalara karşı çıkar. Bunun yerine, etkili sosyal hizmetlerde maliyet etkisini sağlayan, dış desteklerle sermaye birikimini teşvik eden, düşük gelirli ve özel ihtiyaç grupları arasında verimli istihdam olanakları yaratan, sosyal sermaye düzenlemelerinin ve insani donanımların değerini arttıran sosyal politikaların benimsenmesiyle sosyal gelişme, toplumsal kalkınma hedefine ulaşılabileceğini savunur. Bu tip müdahaleler, sosyal refahı gelişimi, toplum kalkınmasının özünü oluşturur.

Bu modern sosyal hizmet paradigması paralelinde, özellikle son otuz yılda ülkemiz insanların meydana gelen olumsuzluklar konusunda, sosyal hizmet uzmanı sayısı gerektiği ölçüde artırılarak bir sosyal hasar tespitinin yapılması öncelikli adımı oluşturacaktır. Sosyal sorunlara yaklaşım olarak modern bir söylemi kullanan ve bireylerin sorunların erken müdahale edilmesini savunan sosyal sistem ve onun kurumları, uygulamada insan gücü, erken müdahale sistemi gibi temel unsurları oluşturamadığından etkili bir şekilde işlev görememektedir. Örneğin çocuk koruma sistemi SHÇEK kendisine yansıyan vakalarda çocukların korunması için tüm olanaklarını seferber etmektedir. Ancak bu çocukların ailelerindeki problemlerin önceden belirlenmesi ve çocukların ihmal-istismara uğramasındaki en büyük risk faktörü olan yoksullukla mücadele açısından, ülke çapında çocuklara yönelik “gıda desteği programı” uygulayan bir organizasyon bulunmamaktadır. Modern dünyanın en temel uygulamalarından olan gıda desteği programı, esasen düşük gelirli ailelerin gıda alımına yönelik satın alma gücünü artırarak, özellikle çocukların yetersiz beslenme probleminin ortada kaldırılmasına yönelik bir program olup, suçun önlenmesi ve azaltılmasında da pozitif sonuçlar doğurmaktadır. Yoksul ailelere yapılmakta olan yardımların, çocukların aile içinde yetişmesini teşvik etmeye yönelik bir programa dönüştürülmesi, özellikle evlilik dışı ilişkilerden oluşan çocukların etkin olarak korunması amaçlanarak, yenilikçi programlar geliştirilmelidir. Kadınlar, reşit olmayanlar ve çocuklara yönelik tamamlayıcı gıda yardımı programı kapsamında, düşük gelirli kadınlara hamilelik döneminde, doğum sonrasında ise kendilerine ve çocuklarına ve 5 yaşına kadar, düşük gelirli çocukların ailelerine beslenme ve gıda yardımı programları oluşturulması temenniler biçimde söylemlerin yerine tüm çocukların sağlıklı bireyler olarak yetişebilmesinin önünü açacaktır. Gıda yardımları, sağlıklı beslenme için öngörülen, vitamin, demir ve kalsiyum gibi unsurları dengeli şekilde içerecek şekilde yapılmalı ve program hükümet tarafından finanse edilmelidir. Yine çocukların sağlıklı gelişimlerine odaklanan Eşit fırsatlar programı oluşturularak, temel amaç 0-5 yaş arasında çocuğu olan düşük gelirli ailelerin çocuklarını okul öncesi dönemde çeşitli açılardan geliştirilmesi, eğitimde fırsat eşitliği yaratılması, ülke çapında çocukların eğitim, sağlık, beslenme ve sosyal yetişme ihtiyaçlarının karşılanarak, zihni ve sosyal açıdan formel eğitim sürecine hazırlanmaları sağlanmalıdır. Modern dünyadaki en kapsamlı kamu sosyal güvenlik harcamalarından birini oluşturan “ihtiyaç sahibi ailelere yönelik acil geçici yardımlar” da temel amaç, ihtiyaç içinde olan ailelere yardım yapılarak, çocukların aile dışına itilmelerini önlemek ve aile içinde bakılmalarını sağlamaktır. Bu önemli uygulamada bir an önce yaşama geçirilerek, sosyal iyileşmelere hız kazandırılmalıdır. En önemlisi bütün bu sosyal hizmet uygulamaları, SYDV’larında istihdam edilecek sosyal hizmet uzmanlarının raporlarına bağlanarak, bilimsel bir temel ve modern bir sosyal hizmet anlayışı oluşturulmalıdır.

KAYNAKÇA

Briggs, A. (2000). The Welfare State in Historical Perspective. Ed: Pierson, C and F. Castles), The Welfare State Reader. Cambridge Polity Pres.

Courchene, Thomas J. (2003). Social Dimension of the New Global Order. URL http: // www.cwrn-rcrmt.org/pdf/ rp_corchene.pdf, 04.05.2003.

Danış, M. Z. (2007). Sosyal Hizmet Mesleği ve Disiplininde Sosyal Politikanın Yeri ve Önemi. Toplum ve Sosyal Hizmet, cilt 18, sayı 2.

Denney, D. (1998). Social Policy and Social Work, New York, Oxford University Press.

Ekin, N. (1996). Küreselleşme ve Gümrük Birliği, İTO Yayını, İstanbul.

Ferguson, A. E. (1975). Social Work an Introduction, USA, J. B. Lippincott Company.

Flora, P., Heidenheimer, A. J. (1981). The Development of welfare ststes in Europe and America, New Brunswick, NJ, Transaction Boks.

Koray, M. (2002). Avrupa Tolum Modeli? Nereden Nereye…Basisen Eğitim ve Kültür Yayınları No: 31, İstanbul.

Marshall, T.H. (1963). Citizenship and social Class, Sociology at the Crossroads, Heinemann, London.

Pieper, Annamarrie (1999). Etiğe Giriş, İletişim yayınları, İstanbul.

Schorr, L. A. (1985). Professional Practice as Policy. Social Service Review, 59 (1) 178-196.

Schneidr, L. R. Ve Netting, f. L. (1999). Influencing Social Policy in A Time of

Devolution: Upholding Social Work’s Great Tradition. Social Work, 44 (4) 349-358.

Stewart, Doty (1969). The Industrial Revolution, London.

Şenkal, A. (2005). Küreselleşme Sürecinde: Sosyal Politika, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Ağustos, 2005.

Titmuss, R. M. (1974). Social Policy: an Introduction, London: Allen&Unwin.

Tomanbay, İ. (1999). Sosyal Çalışma sözlüğü, Selvi Yayınevi, Ankara

Bir yanıt yazın

Quick Navigation
×
×

Cart

Buy for 150,00  more and get free shipping