İşte Öyle Birşey

İşte Öyle Birşey

İşte Öyle Bir Şey (Eylül 2004, Tempo Dergisi’nde “Dualar Kalıcıdır” İsimli Köşede Ve TUNA KİREMİTÇİ’nin “Aşk Neyin Kısaltması” İsimli Kitabında İlk Yazı Olarak Yayınlanan Metin)

Tuna KİREMİTÇİ

Dini inancımız olsa da olmasa da, yerini başka sözle dolduramadığımız bazı dilek kalıpları vardır.

Mesela, tuhaf bir rüyadan uyandığımızda “hayırdır İnşallah” deriz. Bunu söylerken ifade etmek istediğimiz şeyin “seküler” bir karşılığı tam olarak yoktur çünkü.

“İnşallah” yerine “umarım” dediğimiz zaman ilk sözcüğünün içerdiği anlama az biraz yaklaşsak da arada hep bir boşluk kalır. Laikizdir laik olmasına; ama ilk sözcük bir şömine sıcaklığını çağrıştırır nedense, ikincisi etrafa floresan mavisi yayar.

Geleneklere bağlı olmasak bile, yeni evli dostlarımızın “Bir yastıkta kocamasını” ister, çocuklarından bahsettiklerinde “Allah bağışlasın” deriz. Bu kalıplar ateist olanlarımızın şuur altına bile yüzlerce yılın süzgecinden geçerek damlamıştır çünkü. İşe başladığımız sabah önümüze sıcacık bir bardak koyan çaycı teyze “hayırlı olsun…” der ve aklımızdaki iletişim devresi anında tamamlanır. İstediğimiz kadar öztürkçeci ya da modern olalım, bu dileklerin yerini başka şey tutmaz.

Siyasal nedenlerle yıllarca ülkesine girememiş Marksist aydının sürgün dönüşü duyduğu ilk ezanla efkarlanıvermesinin ardından da bu yatar. Biz doğmadan çok önce hücremize yazılmış bilgilerdir, bazen bizi duygulandıran. Bazen de bir babaannenin sofaya serdiği seccadenin renkleri, ahşap bir evin solgun aşıboyası, cami avlusunda top oynarken imam tarafından kovalanmanın komik anısı gelir aklımıza. Dünya görüşümüz ya da entelektüel bakış açımız onları kolay kolay dışlayamaz.

Gustave Flaubert’in dilimize pek tatlı bir şekilde “Bilirbilmezler” diye çevrilen ünlü kitabı ‘Bouvard et Pecuchet’de şöyşe bir söz vardır: “Bilginin azı insanı dinden çıkarır, çoğu ise dine geri döndürür” Hemen söyleyeyim; bu sözde “din” bir metafordur sadece. Flaubert aslında insanın yarım yamalak edindiği bilgilerden etkilenip köklerine yabancılaşmasından bahseder. Sözünü, özellikle bizim gibi jet hızıyla değişen toplumlar için söylemiştir sanki.

Musevi şair Yehuda Amihay da şöyle demiştir: “Tanrılar gelip geçer, dualar ise kalıcıdır”

Dualara sığdırdığımız özlemlerimiz, bazen küçük bir dilek ya da temenni ile akar gider kuşaktan kuşağa. Löğusa yatağında ziyaret ettiğimiz arkadaşımızın koynundaki yavruya bakar ve “Allah analı babalı büyütsün” deriz.

Analı babalı büyümez ama bütün insanlar.

Hatta bazılarımızın ne anası ne de babası vardır.

Devlet onlara kucak açar ve “yetiştirme yurtları” kurar. Biz o yurtların varlığından bile habersiz yaşayıp gideriz. Sonra bir senaryo araştırması için yolumuz düşer yurda ve gördüklerimize şaşırıp kalırız.

Bahçelievler Kız Yetiştirme Yurdu’nun “müdür baba’sı İsmet Bey’in çayını içer, onunla yeşiller içindeki büyük bahçeyi adımlar, anlattıklarını dinleriz. İki kız babası, güler yüzlü, aydın bir insandır İsmet Bey. Kendi koşulunun gerçekleri ile bir düzeyde barışmış, elinden geleni yapan bir ‘eğitim insanı’dır. Çocuklarla bahçede voleybol oynar, onların dertlerine ortak olur. Yıllarca “müdür baba” diye çağırılmaktan dolayı erken olgunlaşmış, yaşından büyük gösteren bir dosttur. İnsanın devlete olan saygısını arttıracak türden bir devlet görevlisi. Güler yüzlü bir ciddiyet.

“Savaş AY buraya geldiğinde gözüne tek bir olumsuzluk çarpmadı” der gülerek; “biz de mahçup olduk tabii, ona malzeme veremedik diye”. Sonra Savaş AY’ın köşesinde yurt hakkında yazdığı övgülerden bahseder, saklayamadığı bir gururla.

Sonra yurttaki kızlarla tanışırsınız; bu yıl liseye hazırlanan Gülsün’le arkadaşlık edersiniz mesela. Romanınızı çoktan okumuştur, size gayet aydınca sorular sorar. Hayat hakkındaki bilgisi ile şaşırtır, yaşının çok üstündeki olgunluğuyla hüzün verir. Sonra da pinpon maçına davet edip ifadenizi iki sette bir güzel alır. Kendince inançlı bir kızdır Gülsün; aylar sonra onu arar ve hayatınızda ilk defa bir insanın Kadir Gecesi’ni içtenlikle kutlarsınız.

Dualar kalıcıdır çünkü. Tanrılar gelip geçse bile…

Öte yandan, yurt, Kemalettin Tuğcu’nun anlattığı yerlere hiç benzememektedir. Eksik personelle işini iyi yapmak için çırpınan kurum çalışanlarını, hemşire ablaları, kızların “anne” diye seslendiği görevlileri tanırsınız. Stand-up meraklısı bir fırlama, yaptığı taklitlerle sizi gülme krizine sokar, bir başkası tiyatro çalışmaları hakkında bilgi verir, yatakhanelerin düzeni size yatılı okuduğunuz yılları hatırlatır. Seksenli yılların Galatasaray yatakhanelerinin yanında hepsi birer temizlik abidesidir çünkü.

Orada beklediğiniz hüznü bulamazsınız. Cin gibi, kendi durumlarının bilincinde, kaderleriyle ince ince dalga geçmesini bilen çocuklar görmüşsünüzdür. Bu da sizi başka türlü bir hüznün içine atar. Şakalar ve kahkahalarla beslenen, daha derin, daha kaliteli bir hüzündür bu.

Arada gazetecilerle beraber yurda uğrayıp ufaklıklara oyuncak dağıtan şöhretlerden bahsederler, yine aynı ironiyle. İster istemez kendinizin de onlardan biri olup olmadığını düşünürsünüz. İçinizi rahatlatmak için aklınızın bin deresinden su getirirsiniz.

Sonra Gülsün sizi kapıya kadar geçirir. Taksiye binip kendi dünyanıza dönerken içinizden bir dua okumak gelir. Aynı duayı aylar sonra, bir bayram arifesinde hatırlayacağınızı bilmeden.

O Musevi şair hala fısıldamaktadır çünkü: “tanrılar gelip geçer, dualarsa kalıcıdır”.

Bir yanıt yazın

Quick Navigation
×
×

Cart

Buy for 150,00  more and get free shipping